Derenin şırıltına öyle dalmıştı ki, “Çerçi
geliyor, çerçi geliyor!” sözleriyle kendine geldi. Gözleri parladı; kalbi,
avuçta hapsedilen küçük bir serçe gibi çırpınmaya başladı. Elindeki küçük ilaç
şişesini kaldırdı, içindeki suya baktı ve suyu dereye serpti. “Derede ne kadar
da çok su var. Harca harca bitmez.”diye düşündü. “Dağlar kâğıt olsaydı, koca
koca fırçalarım ve koca koca, renk renk, bir sürü de suluboyam olsaydı, ah ne
güzel olurdu. Derede ıslattığım fırçamda suluboyamla çeşitli renkler oluşturur,
sonra bütün dağlara güzel güzel ormanlar çizerdim.”diye de bir hayal kurdu.
Şişesini elinde sıkıca tutarak araba yoluna doğru
koşmaya başladı. Yola çıktı, yolun her iki yönüne de kafasını bir sağa, bir
sola hızlı hızlı çevirerek birkaç defa baktı. Nihayet ağaçların aralarından
gördü köye ağır ağır gelmekte olan çerçiyi. Köye doğru koşmaya başladı. Koşuyor,
“İnşallah vardır.”diye de dua ediyordu.
Evin önünden yıldırım gibi geçti, arkaya dolandı,
kümesin kapısını açıp içeri girdi. Follukta yumurtlamak için yatan tavuklar
bağrışıp kanatlarını çırparak kaçıştılar.
Yumurtaları saydı:
-Bir, iki, üç, dört, beş… on üç; üçü fol, kaldı
on. Yeter herhalde.
Kümesten çıktı, eve koştu, dibine biraz saman
konmuş bir sepetle tekrar kümese döndü, yumurtaları özenle sepete yerleştirdi.
v
Selim, köy okulunun beşinci sınıfında okuyordu,
başarılı bir öğrenciydi. Ailesi köyün yoksul ailelerinden biriydi. Kitap,
kalem, defter gibi okul ihtiyaçlarını, çoklukla öğretmeni, şehirdeki kardeş
okuldan gelen yardımlardan veriyordu. Babası da imkânları ölçüsünde onun
okuyabilmesi için elinden geleni yapıyordu. Ailesi Selim’in okumasını çok
istiyordu, Selim de okumayı.
Selim’im altı yaşındaki kardeşi, Mustafa, hastaydı;
babası bulduğu parayı onun tedavisi ve ilaçları için harcamak zorundaydı. Selim
hak veriyordu babasına ve hiç üzülmüyordu babası suluboya alamadı diye. O
sadece kardeşine üzülüyordu. O, bir iyileşsin, her şey düzelirdi. O zaman on
iki renkli suluboya alırdı babası, birkaç çeşit de fırça. Bir sürü resim
yapardı. Babası bir sürü resim defteri de alırdı ona. Neler çizmezdi ki
defterler dolusu: köyün deresini, çayırları, ekin biçen adamları, dağda otlayan
koyunları, Çoban Bilal’i eşeğinin üstünde, evlerini, kardeşini neşeyle
koşarken… Tam on iki renk olurdu suluboyasında, birkaç çeşit de fırçası…
Pastel boyalarıyla güzel güzel resimler yapıyordu,
ama resim defteri çabuk bitiyordu o zaman da. Selim de okul dışında yaptıkları
için resim defterini değil, eski defterlerinden kalan boş sayfaları
kullanıyordu; boyarken de pastelleri fazla bastırmıyordu tez yıpranmasın diye.
Ah bir kardeşi iyileşseydi, doya doya resim yapardı; köyün her yerinin,
kardeşinin, türlü türlü… suluboyayla, hem de on iki renk ve çeşit çeşit
fırçalarla…
Öğretmenin “Gelecek haftadan itibaren resim derslerinde
suluboya kullanacağız. Herkes suluboyasını getirsin.” demesinin üstünden dört
hafta geçmişti, Selim’in hâlâ suluboyası yoktu. Annesine söyleyebildi
öğretmenin suluboya istediğini. Annesi de “Babana söylerim, alır, meraklanma.” dedi.
Çok sevinmişti, havalarda uçuyordu adeta; ama kısa süre sonra bu sevinç, yerini
pişmanlığa bırakıp Selim’in yüzündeki gülücükleri de alarak birden kayboldu.
“Keşke söylemeseydim. Ya alamazsa, ya üzülürse...”
diye üzüldü, uyku girmedi o gece gözüne. Ertesi sabah babası, kardeşinin
tahlillerini, ilaçlarını almak için şehre gidecekti. Selim’e “Unutmazsam alırım
oğlum.”dedi giderken. Selim utanma, sevinç ve pişmanlık arasında gitti geldi
bütün gün.
Babası akşama doğru eve döndüğünde, Selim’in içi
kıpır kıpırdı, fakat bir şey beklediğini belli etmemeye çalışıyordu. Hatta
babası unutsaydı, kendisi hiçbir şey sormayacak, hatırlatmayacaktı.
Babası onu görür görmez “Hiç fırsatım
olmadı.”dedi. “Acelesi yok.”diye karşılık verdi Selim de. Tavuklara yem vermeye
devam ederken “Belki de parası kalmamıştır.” diye düşündü. “Babamı yoktan yere
üzdüm.” diye de üzüldü gözlerindeki buğular damla olurken.
Selim, o hafta da resim dersinde pastel boyalarını
kullandı. Sınıfta sadece Selim pastel boyalarla yapıyordu resmini. Selim’in
üzüldüğünü fark eden öğretmeni onu teselli etmek istemiş; “Sen, pastellerle
daha güzel resim yapıyorsun.” demişti. Oysa suluboyayla ne resimler yapacağını
kimse bilmiyordu ki. Selim’in hayallerindeydi bu resimler… Suluboyayla… Çeşit
çeşit fırçaları kardeşinin boş ilaç şişesindeki suya batırarak… Dağlar, köyün deresi,
tarlalar, çayırlar, çoban, kardeşi… Küçük Mustafa neşeyle koşarken…
Hiç kimseye belli etmeyebilirdi de derdini,
üzüntüsünü Selim, annesinden saklayamazdı. Babasının eli boş döndüğü günün
gecesinde annesi, çocukların üstlerini, açılmışsa, örtmek için odaya girdi;
Selim’in uyanık olduğunu hemen fark etti. Yatağının yanına oturdu, eğilip öptü
yanağından. Mustafa’yı uyandırmamak için fısıltıyla:
-Sıkma canını. Bugün yarın Çerçi İsmail gelir.
Varsa alırız. Haydi, uyu şimdi, dedi.
Diğer yanağından da öperek kalktı ve odadan çıktı.
Selim, yeniden; fakat bu defa pişmanlık duymadan
sevindi. Çerçi İsmail bugün yarın gelirdi. Varsa alırdı. Hem ondan bir şey
almak için illa da para gerekmiyordu. Para yerine yumurta da alıyordu.
Selim, sevinçten bir süre daha uyanık kaldı;
birkaç hayal daha kurdu, sonra uykuya daldı, suluboyasıyla rüyalarını rengârenk
boyadı.
Sabah olunca annesine “Çerçi gelirse suluboya
almak için yumurta versem olur mu?” diye sordu. Annesinden “Neden olmasın
yavrum?” cevabını aldığında sevincine diyecek yoktu. Bundan sonra suluboyayla
resim yaptığını değil; çerçinin gelişini, kümesteki yumurtaları toplayışını ve
yumurtaları vererek suluboyasını eline alışını hayal ediyordu.
v
Gerçekten de bugün yarın denebilecek kadar kısa
bir sürede gelmişti çerçi. Selim, elinde yumurta sepeti, yüreği bir kuş gibi
kıpır kıpır, meraklı gözlerle çeşmenin taşına oturmuş, çerçiyi bekliyordu.
Çerçi, köye girdi; atını durdurdu. Birkaç kadın
kumaş, yazma, iplik gibi şeylere bakmaya başladılar. Kadınların alışverişi
bitince Çerçi İsmail, atını sürdü, ağır ağır geliyordu. Bir yandan atını
sürüyor, bir yandan da “Çerçi geldi, çerçi!” diye bağırıyor, müşteri
topluyordu.
Selim, elinde yumurta sepeti, suluboya almak için
çerçiyi bekliyordu. Bir an aklına çerçide suluboya olmayacağı ihtimali geldi.
Bu çok kötü olurdu. Sipariş verince bir dahaki sefere getirirdi Çerçi İsmail,
ama o zaman da okul kapanmış olurdu, neye yarardı ki…
Selim, başını iki yana sallayarak kafasındaki bu
düşünceleri dağıtmaya çalıştı. Çeşmenin taşına oturmuş, elinde yumurta sepeti,
suluboya almak için çerçiyi bekliyordu. Yumurtalar yetmezse komşudan ödünç alıp
verebileceklerini söylemişti annesi, onun için rahattı. Yeter ki çerçide
suluboya olsun, bir de on iki renklisi varsa…
Çerçi aşağı köşede yine durdu. Birkaç çocuk
oyuncak, iki kadın birkaç naylon kap aldı. Çerçi hareket edince Selim oturduğu
yerden doğruldu. Çerçi İsmail sepeti görünce, küçük müşterisinin önünde durdu.
—Bir şey mi alacaksın?
—Şey… Suluboya var mı?
—Yok, pastel boya var, kuru boya var; ama istersen
gelecek sefere getiririm.
—Sağ olun, diyebildi Selim belli belirsiz bir
sesle.
Çerçi atını sürdü, Selim geri döndü; elinde
sepeti, eve doğru giderken cebinden çıkardığı küçük ilaç şişesini yolun
kenarındaki otların içine attı.