Bir Ramazan günü iftarın beklendiği vakitlerde, sokakta arkadaşlarla oynuyorduk. On üç yaşımdaydım. Henüz otuzda otuz tuttuğum Ramazanların ilklerinden biriydi, açlık ve susuzluğun doruğa çıktığı iftara yakın vakitler, ancak oyun oynayınca çabuk geçiyordu.
Oyuna daldığımız sırada bizim evden
bir feryat yükseldi. Annem, kucağında benden on yaş küçük kardeşim Rıza olduğu
halde telaşla dışarı fırladı. Rıza amansızca ağlıyordu, annem ne yapacağını
şaşırmıştı. Sesi işiten babam da evin arkasından koşup gelmişti:
"Ne var? Ne oldu?"
Annem soluk soluğa bağırarak
anlatıyordu:
"Yemek yapıyordum, Çocuklar da oynuyordu. Büyük kız,
oğlanın üstüne düşmüş."
Rıza’nın feryadı devam ediyordu.
"Dur hele yahu, telaşlanma. Bir su
içir, sakinleşsin çocuk."
Annem, Rıza’yı babamın kucağına verip
suya koştu. Babam, susturmaya çalıştı, fakat nafile. Rıza, etinden et
kesilircesine ağlıyordu.
Bizim oyun, daha ilk anda
bitivermişti. Şaşkın şaşkın bakıyorduk. Çocuğun ağlaması içimi yakıyordu,
gözlerim dolmuştu. Bir şey yapamıyordum, babam ve annem de yapamıyordu.
Rıza’yı dutun altındaki sedire yatırdı
babam. Su verdiler, içmedi; yüzüne su sürdü babam, bir şey değişmedi.
Kız kardeşlerim de kapının eşiğinde
suçlu suçlu bakıyor, hatta büyük kardeşim Hatice, ağlıyordu. Babam, onlara
doğru yönelince ikisi de korktu. Hatice ağlamasını artırdı. Babam:
"Kızım, neresine düştün?" diye sordu.
Hatice cevap veremiyor, ağlıyordu.
"Kızım, kızmayacağım, söyle neresine
düştüysen, orasına bakalım."
Hatice, yumruk haline getirdiği
ellerinin tersiyle gözlerine bastırarak ağlarken:
"Bacağına…" diyebildi.
"Hangisine?"
"Bilmiyorum…"
"Muzaffer abiye götürelim." dedi babam
anneme. "Çocuğun bacağına bir şey oldu herhalde."
Rıza hâlâ ağlıyordu.
***
Muzaffer amca, sokağın başındaki evde
oturur, sınıkçıdır. Geleni gideni eksik olmaz. Kolu çıkan mı dersiniz, bacağı
kırılan mı, ayağını burkan mı… Doktor, hastane bilmez Sınıkçı Muzaffer amcayı
bilenler. En çok da kendi oğlu Mehmet’te
gösterir Muzaffer amca hünerini. Mehmet’in sık sık kolu omuzdan çıkar. Bereket
versin babası sınıkçıdır ve hemen koyuverir kolu yerine. Kızar, tembihler
Muzaffer amca: “Oğlum, dikkat et! İyice yalama ettin kolu.”
Aldırmaz Mehmet. Yine koşar, yine
oynar, yine maç yapar, yine düşer… Çıkar
aynı kolu yine omzundan. Korka korka gider babasının yanına. Bazen de söyleyemez
kolunun çıktığını da babası anlar onun oyunda olmadığını görünce. Çağırır
Mehmet’i, sorar “Kolun mu çıktı?” diye. “Hayır, çıkmadı.” der Mehmet. “Kaldır
bakayım o zaman sol kolunu havaya.” Zorlanır da kaldıramaz kolunu Mehmet.
Babası yine kızar, kolu yerine koyar, yine nasihat eder. Her şey kaldığı yerden
devam eder.
Sınıkçı Muzaffer amca alışıktır buna.
Mehmet de alışıktır, fakat biz alışık değildik.
***
Babam, Rıza’yı kucaklayıp sedirden
aldı ve Muzaffer amca’ya götürdü. Biz de peşinden gittik.
Muzaffer amca, kapısının önündeki
çeşmeden akşam için abdest alıyordu. Ses şamata ile gelen grubu görünce, sağ
kol yıkanmış, sol kol yıkanmamış haldeyken bıraktı abdesti, doğruldu.
"Ne hayır komşu? Ne oldu çocuğa?"
"Bilmiyorum" dedi babam, "büyük kız
bunun üstüne düşmüş herhalde. Bacağı mı kırıldı acaba bilmiyorum ki…"
"Anlarız şimdi" dedi Muzaffer amca, "getir, hele şu divana yatır."
Babam, Rıza’yı duvar dibindeki divana
yatırdı. Çocuğun ağlaması biraz hafiflemişti ki Muzaffer amcanın elleri,
bacaklarında gezmeye, ovmaya, sıkmaya başlayınca yeniden veryansın başladı.
Muzaffer amca, Rıza’nın bacaklarını
katlıyor, açıyor, sağa sola büküyor, zayıf parmaklarıyla etlerini sıkıyor,
hastasına teşhis koymaya çalışıyordu. Çocuğun ağlaması yürek dağlıyordu.
"Bir şey yok" dedi Muzaffer amca, "eti
ezilmiş" diye koydu teşhisini.
"Kırık çıkık yok değil mi?" diye teyit
etmek için sordu babam.
"Yok yok, sağ bacağın eti ezilmiş.
Sabunlu ılık suyla ovun, geçer."
"Çok şükür" dedi babam, "Allah razı
olsun, seni de bu dar vakitte rahatsız ettik."
"Ne rahatsızlığı… Komşuyuz şurada…"
Babam Rıza’yı tekrar kucakladı. Rıza
yorulmuştu ağlamaktan. İç çekerek ağlıyordu, ancak sesi eskisi kadar gür
değildi.
Muzaffer amca “İftar edelim komşu.”
diye teklifte bulununca hatırladım ezanın çoktan okunduğunu.
"Sağ ol" dedi babam, "çocuğu götüreyim
ben."
"Peki" dedi Muzaffer amca, "yatırın,
yarına kadar kalkmasın, yarın koşar."
Eve gittik, çocuğun ağlaması biraz
azaldı. Sadece ayağını kımıldatınca ağlıyordu. İftar ettik, annem sabunlu ılık
suyla Rızanın sağ bacağını iyice ovdu. Ovarken Rıza bütün gücünü toparlıyor ve
feryat ediyordu.
Aradan birkaç saat geçince Rıza, ara
sıra cılız bir sesle ağlamaya başlıyor, biraz sonra susuyordu. Uyuyor; fakat
birkaç dakika sonra irkilerek uyanıyor ve ağlıyordu. Bu hal bir süre devam
etti.
Nenem:
"Cinlenmiş bu çocuk." dedi.
"Ne cini ana? Eti ezilmiş, ondan..."
"Yok oğul yok, köydeyken bende de
olmuştu, bilirim, dar vakitte olur böyle şeyler. Okutmak lazım."
"Oku o zaman ana!"
"Benim okumamla olmaz. Git Hüseyin
Hocayı al, gel."
"Yahu bırak şu adamı ana, ondan hoca mı
olur? Kumarcıdan… Tövbe ya Rabbi…"
"Olmasa o kadar insan gelir mi? Kapısı
hastadan geçilmez."
"Ben inanmam öyle şeye. Eti ezilmiş
dedi Muzaffer abi. Sabaha iyileşirmiş."
"Sus oğlum sus. Günahtır, gabya iman
gerek."
"Amenna, inanırım da Hüseyin’e inanmam."
***
Evimizin en yorulmaz varlığı duvardaki
saat, insanların susmasını fırsat bilip sesini yükseltiyor, tik tak şiirini
bizlere ezberletmeye çalışıyordu. Ne kadar zaman geçti, bilmiyorum; ama Rıza,
hep irkilerek uyanıp ağladı ve tekrar bir daha irkilerek uyanmak üzere uykuya
daldı.
Nenem tekrar Hüseyin Hoca fikrini
ortaya attı.
"Taksici Yaşar’ı çağırıp doktora
götüreyim." dedi babam.
"Doktor ne yapsın oğul, dar vakitte düşünce
üç harfliler sahiplenmiş çocuğu belli ki, git getir Hüseyin Hoca’yı, okusun,
geçer."
"Hoca deme şuna ana! Abdest yok, namaz
yok…"
"Herkes hoca diyor. Kalk haydi, kalk da
git getir, okusun."
Babama da makul gelmiş olmalı ki
kalktı, gitti. Vakit gece yarısına yaklaşmış, sahura kalkamama korkusuyla
komşuların çoğu ışığını çoktan kapatmıştı. Fakat Hüseyin Hoca öyle erken
yatanlardan değildir. Sahuru yiyip de yatıyormuş. Kendisi söylemişti.
***
Babam, yanında uzun boylu, zayıf,
avurtları içine çökmüş, yüzü birkaç günlük sakallı Hüseyin Hocayla oda kapısından
içeri girdi. Selam verdi ev halkına Hüseyin Hoca, “Geçmiş olsun.” dedi, neneme
hal hatır sordu, Rıza’nın yanına oturdu ve elini Rıza’nın alnına koydu. Rıza
yine irkildi ve iyice mecalsiz kalan sesiyle ağlamaya başladı.
"Sürekli böyle mi yapıyor?" diye sordu
neneme bakarak Hüseyin Hoca.
"Kaç saattir böyle..." diye cevap verdi
nenem.
"Cinler sahiplenmişe benziyor."
Durdu, düşündü.
"Bana bir tas, bir de sürahiyle su
getirin."
Kapının önünde ayakta bekleyen annem
mutfağa gitti, istenenleri getirdi. Hüseyin Hoca, tası yere koydu, sürahideki
suyla tası, ölçüp döküyormuş fikri vererek, yarıyı biraz geçecek kadar
doldurdu. Tası iki eliyle aldı, ağzına doğru yaklaştırdı. O an suyu içeceğini
zannettim. Sesli bir besmele çekti ve sessizce bir şeyler okuyup suya üfledi.
Okudu, üfledi; okudu, üfledi… Rıza yine birden irkildi, Hüseyin Hoca da
irkildi.
Hüseyin Hoca tasın içine, yitiğini
arıyormuş gibi dikkatle bakıyordu. Tasın içindekini çok merak ettim. Oturduğum
yerden kalktım ve tasın içini görebileceğim şekilde Hüseyin Hocaya yaklaştım. O
yine bütün dikkatiyle tasa bakıyor, okuduklarını üflüyordu. Tasta sürahiden
dökülen su vardı. Merakım iyice artmıştı: Acaba tasta benim göremediğim ne
görüyordu?
Rıza tekrar irkildi, Hüseyin Hoca da
irkildi ve “Allah” dedi. Tası bana uzattı: “Götür.”
Gözlerim gerildi tası alınca. Tası
mutfağa götürdüm, içinde sadece su görüyordum. Konuşulanları kaçırmamak için
suyu sonra incelemeye karar verdim. Odaya girdiğimde,
"İki taneydi, ikisini de yaktım. Dar
vakitte düştüğü için sahiplenmişler. Yaktım ikisini de. Artık rahat eder, uyur."
"Allah razı olsun." dedi nenem.
Hüseyin Hoca, müsaade istedi ve gitti.
Onu uğurlayıp odaya tekrar girdiğimizde nenem haklı çıkışına seviniyordu.
"Bak, gördün mü ben demiştim, üç
harfliler sahiplenmiştir diye."
Babam bana ve kardeşlerime:
"Haydi gidip yatın siz de. Gece bitecek
nerdeyse. Sabah kalkamazsınız."
Ben tası hatırladım, mutfağa koştum.
Tas yoktu. Anneme koştum, yataklarımızı yapıyordu. Tasa ne olduğunu sordum.
"Döktüm." dedi.
"Niye?" dedim.
"Ne yapsaydık ya oğlum, içse miydik, o
kadar içine üfürdü pis sigaralı nefesini."
***
Biz uyuduk, ama annem uyumamış sahura
kadar, çünkü Rıza hep irkilip irkilip uyanmış, ağlamış.
Sahura zar zor kalktım. Ayakta
uyuyordum. Babam:
"Sabah olsun da hastaneye götürelim." dedi.
Nenemden ses çıkmıyordu.
***
Sabah, babam işe gitmedi, Rıza’yı
hastaneye götürdü, film çektirip getirdi. Filmler öğleden sonra çıkacaktı. Eğer
kırık ya da çıkık varsa çocuk tekrar götürülecek ve bacak alçıya alınacaktı.
"Olmaz" dedi nenem, "alçı olmaz. Yanlış
kaynıyor, sonra bir daha kırıyorlar. Alçı olmaz, Muzaffer Efendi sarar. Herkes ona
getiriyor."
Öğleden sonra babam filmleri alıp
geldi, bacakta kırık varmış. Nenem ısrarla karşı çıkıyor alçı işine. Babam
kararsız. Böyle konularda nenemin zekâtı kadar konuşmayan dedem de söze karıştı:
"Alçı olmaz oğlum, doktorlar anlamaz
kırıktan, alçıya alınanların çoğu yanlış tutuyor. Götür Muzaffer’e, sarsın,
inşallah tutar."
"Olmaz baba, dün baktı, bir şey yok
dedi, eti ezilmiş dedi. Hâlbuki çocuğun bacağı kırıkmış. Anlasa, bakar bakmaz
anlardı."
"Başka bir sınıkçı bul o zaman." dedi
nenem.
"Ben bir sorayım." diye evden çıktı
babam. Çarşıya gitti. Dönüşte, Büyükdede köyünde iyi bir sınıkçının olduğu
haberiyle geldi.
"Çok övüyorlar. İyi anlarmış. Ona
götürelim."
Telefon açıldı, Taksici Yaşar geldi. Rıza,
annem, bir de babam binip gittiler.
Köy pek de yakın değilmiş meğer, yatsı
namazından da sonra geldiler.
***
Büyükdede köyünün sınıkçısı;
yetmişinde, ak saçlı, aksakallı bir ihtiyarmış. Kırığın yerini, filme bakmadan parmaklarıyla
ovarak bulmuş. Tabii bu arada Rıza ağlıyormuş yine. Sarmadan önce filme de
bakmış, filmden de anlarmış meğer.
"Saralım, on güne kadar yürür." demiş.
Babam:
"Yanlış tutmaz değil mi?" diye sormuş.
"Tutmaz inşallah." demiş sınıkçı dede.
Önce Rıza’nın ayak bileğine bir bezin
ucunu bağlamış, diğer ucunu da kendi beline… Babam çocuğu tutuyormuş, dede de
belini geriye asılarak bacağı gerdiriyormuş. Rıza’nın feryadı göklere
yükseliyormuş bu arada. Sabunlu ılık suyla ovmuş, ovmuş; sonra yavaş yavaş
bacağı kalınca bir bezle sıkıca sarmış.
"Kalkmasın, yatsın. Çocuktur, kolay
kaynar. Bir haftaya basar, on güne de yürür inşallah. Bir şey olursa yine
getirin." demiş.
Babam, tereddüt içinde… İki gündür
yaşananlardan, Sınıkçı Muzaffer’den, Hüseyin Hoca’dan, alçıyla yanlış tutan
kırıklardan bahsetmiş.
Demiş ki Sınıkçı Dede:
"İnsan bazen gözünün önündekini bile göremez,
elindekini yana yakıla arar durur. Bazen bir derdin devasını hekimler,
cerrahlar bulamaz da bir köyde ot kaynatan kadın bulur. Cin de haktır,
cinlenmek de vardır. Sizin sınıkçı efendi de, ister hakiki olsun ister yalancı
olsun hoca da öylece görememişler işte. Vardır bir hayır. Hekimlere güvenmemek
olmaz, sadece onlara güvenmek de olmaz. Dertlere derman yaratan Allah’tır çünkü.
Şafi’dir O’nun bir adı da, şifayı veren O’dur. İlaç da, alçı da, sargı da,
hekim de, hoca da, dede de inşallah vesilelerdir."