18 Mart 2012 Pazar

SONBAHARDA BİZİM BAHÇE

Dedemden kalma küçük bir bahçemiz var. İyice yaşlanıp verimden düşünce ağaçlarını, babam, söktürdü.
Sonra toprak dinlensin diye bir yıl fasulye ektik. O sene (2008) bizim için sıkıntının zirveye çıktığı bir sene idi. 19 yaşındaki erkek kardeşim hastalanmıştı ve vilayette hastanede yatıyordu. Hastalığı ALL idi. Annem onun yanındaydı. Sık sık kana ihtiyacı oluyordu. Çok zaman çaresiz kalıyorduk. Ben, toprakla meşgul olmaktan büyük haz almama rağmen o yıl iki haftalık yaz tatilimin birinci haftasında fasulyeleri aklım hastanede, elimde telefon ve gözlerim zaman zaman yaşlarla dolu olarak suladım.
Fasulyeleri toplama işini ise yaşı 80'i geçmiş olan ninem ve bizde misafir olarak bulunan halam yapıyordu. 
Tatilimin ikinci haftasını hastanede refakatçi olarak geçirdim. 
Sonra uzun bir tedavinin ardından kardeşim iyileşti. Normal hayatına döndü.
Fasulye ile ağzının tadını değiştiren toprakta çukurlar açıyordu ailem, bahçemizi yeniden ağaçlarla dolduracaklardı. Kırmızı ve beyaz kirazlarla... Kardeşim de yardım ediyordu onlara. Geçmiş geçmişti, mutluyduk.
Yaz geldiğinde genç fidanlarımız yapraklarla donandı. toprağın boş yerlerine de yonca ektirmişti babam. Ufak bir gelir olacaktı.
Fidanların bazılarını kökten kurt kesti, kuruttu. Olsun, seneye yerine yenilerini dikecektik. Sonra belki yine kurtlar kurutabilirdi fidanlarımızı; ama biz vazgeçmezsek kurtlar belki vazgeçerdi.
Yaz bitti, sonbahar geldi. 
Kardeşimin hastalığı yeniden nüksetti.
Kanındaki kurtlar vazgeçmemişti. Kardeşim yeniden hastaneye yattı. Durumu gittikçe ağırlaştı. Hafta sonları yanında refakatçi kalıyordum. ALL'nin üzerine bir de H1N1 virüsü kapmıştı.
Yoğun bakım, daracık bir oda... Her taraftan cihazların dıtdıtları ve solunum sesleri... İnsanın boğazını sıkıyorlar sanki. 
Kardeşim çoğu zaman uyuyor. Uyandığı zaman da zar zor bir şeyler konuşabiliyor. Dar odada bir tane pencere var. Arkasında. Dışarıyı da hiç göremiyorum, dedi. Dışarı, güz mevsimine henüz fazla bulanmamış. Hastanenin bahçesi güzel. Yatağını çeviriyorum.  Fazla çevrilmiyor, odanın eni yatağın boyundan kısa. Pencereden birazcık dışarıya baktı. Gördü görmedi. "Tamam, yeter." dedi. "Yatağı çevir." Biraz daha durabileceğini söyledim. "Gerek yok, yeter." dedi. 
Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Dışarıya çıkınca ağlıyorum.
Genç bir insanın, hayatından umutsuz bir hastanenin daracık odasında ölümüne gün sayması dayanılır şey değil.
Ve diyor ki: "Bizim oralar çok güzel."
Evet, bizim oralar çok güzel. Daha da güzel olabilirdi; ama toprağına acı ekilmeseydi.
Ve birkaç gün sonra toprağa koyduk onu. Bizim oraların güzel toprağına... 
Bahçemizde büyüyen kiraz fidanları, kardeşimin eliyle toprağa dikilen fidanlar mı, yoksa onun diktiklerini kurtlar kuruttu mu, bilmiyorum. 
Fidanlar büyümeye devam ediyor. Her canlı öleceği güne kadar canını dişine takıp yaşamaya çalışıyor. Her canlı: insanlar, hayvanlar, bitkiler... 
Sonbahar geliyor, kış çöküyor. Sonra bahar geliyor, bitkiler yeniden diriliyor. Hayvanlar ve insanlar dirilmiyor. Hayvanları bilmem; ama insanların da bu dünyanın kış mevsiminden sonra yeni bir baharda dirilip yeniden sonsuz bir hayata doğacaklarını biliyorum.      

Ayvalar sonbaharın çocukları...

Alıçlar... Çocukken çok severdim. Hâlâ severim.

Sonbahar, bir yerden başlamış sarartmaya.