— Çavuş dayı!... Çavuş dayı!...
Ses, altında ahır olan evin, cephesindeki ahşap balkonunun açık kapısından içeri girdi, bütün boşluklara uğrayarak kırçıl sakallı, kalın ve uzun kaşlı, yaşlı, fakat diri ihtiyarın, ihtiyarlamamış kulaklarına ulaştı.
Adam üçüncüyü seslenmeye hazırlanırken balkonda gıcırdama oldu ve takkeli bir baş belirdi.
— Çavuş dayı!
— Buyur Ahmet, içeri gel.
— Yoo, sağ ol, gidecem, işim var. Şey diyecem… Yarın sabah Karşıbayır’ dan ot getirmeye gidecem. İki arabalık otum kaldı. Eğer işi yoksa, sizin oğlanlardan biri de sizin arabayı getirse de öğlenin sıcağına kalmadan alıp gelsek…
— Hımm… Olur olur, yarın olur.
— Sağ ol Çavuş dayı, Allah razı olsun. Namazdan sonra çıkarız yola.
— Tamam, ben oğlanlardan birini gönderirim.
Bu konuşmayı, ahırı temizlemekte olan Davut ve Hulusi kardeşler, kulak kesilip dinlemişlerdi. Sessizliği Davut bozdu:
— Ben giderim.
Bu cümlenin ardından Hulusi’nin itirazı geldi:
— Neyi sen gidersin? Sen küçüksüz, ben giderim.
Mesele kapandı o an için. Temizlik işini hızlandırdılar. İkisi de kendisine düşen işi bir an önce bitirme azmindeydi. Davut kendi yerini bir parça temizler temizlemez sakavili usulca dışarı süzüldü.
— Vay uyanık vay!
Bir iki sakavil hamlesinden sonra Hulusi de işi bıraktı. Davut yoktu görünürde.
— Gidip ağama mı söyledi acaba? Yok yok gidemez. Yok yok gider. Gider gider… o gider…
Koştu, yukarı çıktı. Çavuş dayı güzel, tok sesiyle Kur’an okuyordu. Odanın aralık kapısından içeriye göz gezdirdi. Davut yoktu. Buraya gelmişe de hiç benzemiyordu.
— Nereye kayboldu ki? Kim bilir ne şeytanlık düşündü…
Durdu, düşündü.
— Tamam! Anama gitmiştir. Koşup yetişeyim.
Evden çıkınca, hanım ninenin elinde teşt, Davut’un sırtında çamaşır sepeti, dere yolundan geldiklerini gördü.
Onlar eve yaklaşırken Hulusi de ağır adımlarla onlara doğru yürüdü.
— Ana! Ne söyledi sana bu?
— Ne söyleyecekti ki?
— Yarın Ahmet ağabeyle Karşıbayır’a ben gidecem.
Davut atıldı:
— Erken gidilecek, sen kalkamazdın o saatte.
— Kalkarım!
— Kalkamazsın!
Hanım nene müdahale etti:
— Susun, bağırmayın, ayıptır. Bakalım ağanız ne der…
İkisi de Karşıbayır’a gitmeyi çok istiyordu. Araba sürmeyi ikisi de çok seviyordu. Hem giden, pek bir iş yapmaz, arabanın üstünde yan gelir yatardı; kalan ise işi iki katına çıkardı.
Avludaydı ikisi de. Davut, elinde kemik saplı bir bıçak… Bir tahtayı yontuyordu, kafasında aynı düşünceler… Hulusi, ağaca çıkmış, dut yiyordu; kafasında aynı düşünceler…
Balkonun gıcırtısına ikisi de döndü. Hanım nene:
— Sabah namazında bir sefer seslenirim. Kim önce kalkarsa o gider.
— Tamam.
— Tamam, kabul.
Günün çoğunu, köylüler gibi çalışarak geçiren yaz güneşi istirahate çekildi. Gecenin sessizliği ve serinliği, huzur ve sükûn atmosferi halinde, dağlara, ovalara, en kuytu yerlere yerleşti. Semanın fenerli gece bekçileri dünyayı izlemeye daldılar.
Hulusi erkenden yattı, uykusunu alıp kolay uyanmak için.
Davut, avluda kütürtüler ediyordu. Elinde çekiç, keser, kerpeten, testere… Kütürdetti, gıcırdattı, söktü, çaktı… Çalıştı, çalıştı… Gece yarısı oldu, hâlâ arabanın sağını solunu elden geçiriyordu. Hanım nene geldi.
— Yat artık, bak sabah kalkamazsın, dedi.
— Tamam, siz yatın, diye cevap verdi.
Çalıştı, çalıştı…
Hulusi, öküzleri koştu, arabaya güzelce yerleşti, holadı ve karşı bayırın kıvrımlı, otlu yollarında türküler söyledi uzun gecesindeki dizi dizi rüyalarında.
Yüzüne vuran güneşten terlemiş olarak gözlerini açtı. Aklı başına gelince fırladı yatağından. Pencereye koştu. Güneş çoktan işbaşı yapmış, neredeyse yarım yevmiyeyi hak etmişti. Aklı başından gitti. Sinirlendi. Anası Davut’u mu kayırmıştı yoksa?
Dışarı çıktı. Hanım nene ocak yakıyordu.
— Ana! Niye seslemedin beni?
— Sesledim oğul.
— Ben hiç duymadım da o nasıl kalktı peki?
— O hiç yatmamış ki oğul…