Bizler bir
varlık âleminde yaşıyoruz. Başta kendi varlığımızı ve sonra bizim dışımızdaki
kâinatın nasıl var olduğunu araştırmak, öğrenmek, bilmek durumundayız. Her şeyi
düşünen, her olayda bir anlam arayan, her hareketini bir amaç için yapan
insanın; kendi varlığını ve içinde yaşadığı evrenin varlığını düşüncenin alanı
dışına itmesi, agnostisizm adı altında kendisini körlük ve sağırlığa mahkûm
etmesi bir çıkış yolu değil, bir kaçıştır.
Evren hep var
mıydı, sonradan mı var oldu? Hep var idiyse bunun kanıtı nedir?Sonradan var
olduysa nasıl var oldu? Bir Tanrı var mıdır, yok mudur? Bu ve benzeri soruların
en doğru cevaplarına ulaşabilmek için akıl, mantık ve bilimsel düşünce
yöntemlerini kullanarak öğrenmeye açık, ön yargısız bir şekilde araştırma,
inceleme ve düşünme faaliyetine girişmek; kanıtların bizi götürdüğü sonucu
kabullenmek gerekmektedir. “Sonuç ne çıkarsa çıksın, kim ne derse desin ben
inanmayacağım.” veya bunun tam aksini söyleyen insanın ne düşünmesine ne de
araştırmasına ihtiyaç vardır.
Allah’ın
varlığını kabul etmeyen bir insan açısından böyle bir tavır neyi ifade eder, bilmiyorum;
ancak inanan bir insanın böyle bir tavır ile birlikte inanma iddiası makbul
değildir. Kur’an-ı Kerim Allah’ın varlığına ve birliğine, öldükten sonra
dirilmenin hakikatine dair pek çok aklî delilleri zikredip dururken, akıl
sahibi olmayı dinin muhatabı olmanın ilk şartı sayarken, düşünmeyi ibadet kabul
edip teşvik ederken, herhangi bir inancı atalarından devralıp düşünüp
taşınmadan ve tahkik etmeden kabul edenleri eleştirirken, aklını
kullanmayanları yeryüzündeki canlıların en şerlileri olarak nitelerken bir
Müslüman’ın hiçbir delile sahip olmadan, düşünmeden ve bilmeden Allah’a iman
ettiğini söylemesi, onu iyi mü’min değil, cahil yapar.
“Cahil
insan, bilmeyen insan değildir; bilmek istemeyendir, bilmediğiyle mutlu
olandır.” (Platon)
Yaratıcı Fikri
İnsanın
tabiatında bir yaratıcıya, tanrıya inanma eğilimi vardır. Tarihin bilinen en
eski devirlerinden günümüze kadar insanların büyük çoğunluğu, aşkın bir güce,
bir ilaha inanmaktadır. Bu, insanın fıtratında var olan sevme, üzülme, beğenme,
acıma duyguları gibi inkar edilmesi, sökülüp atılması mümkün olmayan bir
duygudur.
Bilgi edinme
İnsan genel
olarak beş duyu vasıtasıyla dış dünyadan veri toplar, sonra bu verileri akıl ve
mantık süzgecinden geçirir, önceki bilgileriyle karşılaştırır, yorumlar ve bir
sonuca ulaşır. Ulaşılan bu sonuca bilgi ya da fikir diyoruz.
Arkeolojide
bir kısım kalıntı ve buluntulardan hareketle eski uygarlıklar hakkında
bilgilere ulaşıyor, yargılarda bulunuyoruz. Sözgelimi çeşitli kazılarda elde
edilen yapılar ve eserlere dayanarak MÖ 1600 - MÖ 1178 yılları arasında
Anadolu’da hüküm sürmüş Hitit uygarlığından bahsediyor, onların yaşayışları,
inançları ve medeniyetleri hakkında kesin yargılara ulaşıyoruz. Günümüzde
birisi çıkıp da böyle bir medeniyetin yaşamamış olduğunu, o kalıntıların
kendiliğinden oluşmuş tesadüf eserleri olup onları yapan veya kullanan
birilerine delalet etmediğini söylese kişinin akılsız veya cahil olduğuna
hükmedilir.
Geçmişte
dinazorlar diye bir canlı türünün yaşamış olup bundan 66 milyon yıl önce yok
olduklarına dair bilgilere ve inanca; son birkaç asır içinde bulunan bazı kemik
parçalarına, fosillere dayanılarak ulaşılmaktadır.
Bilgiye
ulaşmada beş duyunun rolü
Beş duyumuz,
dış dünyayı algılamada bizim en önemli vasıtalarımızdır. Ancak beş duyumuz
bilgiyi oluşturan değil, veri toplayan araçlardır. Duyularımızla edindiğimiz
verileri akıl ve mantık süzgecinden geçirip geçerli bir sonuca ulaştıktan sonra
bir fikir veya inanç elde ederiz.
Mesela
mutfaktan gelen bir kokuyu burnumuz vasıtasıyla aldıktan sonra onun ne kokusu
olduğunu önceki bilgilerimiz ve tecrübelerimizle karşılaştırdıktan sonra
ocaktaki sütün taşmakta olduğu sonucuna ulaşırız.
Beş duyunun
algılama alanı sınırlıdır
Göz ile
görülemeyecek kadar küçük varlıkları mikroskopla görebiliyoruz, ancak bugünkü en
gelişmiş mikroskobun bile gösteremediği varlıkların bulunma ihtimali çok
kuvvetlidir. Çünkü şimdiki en gelişmiş mikroskopla ancak görebildiklerimizi
öncekilerle göremiyorduk. Mikroskop teknolojisinde son noktaya dayandığımızı
elbette iddia edemeyiz. Aynı şekilde en
gelişmiş teleskoplarla bile görmeye muvaffak olunamayan gök cisimlerinin
varlığını biliyoruz. Teleskop teknolojisinde sona ulaşıldığını ve artık
gördüğümüz evrenin ötesinde herhangi bir şeyin olmadığını belki hiçbir zaman
söyleyemeyeceğiz.
Kulak belli
frekans aralığındaki sesleri işitiyor. Karıncanın ayak sesini duyamadığımız
gibi Dünya’nın dönüşü ile çıkan sesi de işitemiyoruz.
İnsanların
duyu organları, birçok hayvandan daha zayıftır: Köpekler bizden daha iyi koku
alır, daha iyi işitir.
Duyularımız
bazen bizi yanıltır
Sağ elimizi
sıcak su bulunan bir kaba, sol elimizi de soğuk su bulunan bir kaba sokup bir
süre beklettikten sonra ikisini de aynı anda çıkarıp ılık su dolu bir kaba
sokarsak sağ elimiz ılık suyu soğuk algılar, sol elimiz ise sıcak algılar.
Yarıya kadar
su dolu bir bardağın içine koyduğumuz çay kaşığına baktığımızda kırık olduğunu
zannedebiliriz.
Limonun resmi
bile tat alma duyularımızı harekete geçirebilir. Kapı gıcırtısını kedi
miyavlaması olarak algılayabiliriz.
O halde bizim,
beş duyumuzu gerçeğin tek kriteri olarak kabul etmemiz; akıl, mantık ve bilimle
bağdaşmaz.
Bir şeyin var
oluşunun tek kanıtı beş duyudan biri ile algılanması değildir
Kaldı ki beş
duyudan sadece biri ile algılanıp diğer dördüyle algılanamayan şeylerin varlığı
hakkında tereddüt etmiyoruz. Sesleri gözümüzle, dilimizle, burnumuzla
algılayamadığımız için varlığından şüphe etmiyoruz.
Işığı
gözümüzle algılıyoruz, ama dilimizle, kulağımızla, burnumuzla, elimizle
algılayamıyoruz.
Akılla
algılanabilen varlıkları, duyu organlarıyla algılamaya çalışmak boşunadır. Beş
duyu ile algılanamayıp akılla bilinen bir varlığın yokluğuna hükmetmek, aklı
yok saymaktır.
Varlık âleminin
beş duyu ile sınırlı olduğunu iddia edebilmek için hiçbir argümana sahip
değiliz.
Beş duyunun
sınırlarını aştığı halde varlığını bildiğimiz, kabul ettiğimiz nice şeyler var:
Ruhun
varlığını kabul ederiz ama onu beş duyudan biriyle algılayamayız.
Aklı, düşünce
ve duyguları (sevgi, öfke, üzüntü, korku vb.) beş duyudan hiçbiriyle
algılayamayız; ama bunların varlığından şüphe bile etmeyiz.
Radyo, telefon
sinyalleri bir alıcı tarafından ses ve görüntüye dönüştürülmedikçe beş duyuyla
algılanamaz; fakat alıcı cihazın kapalı olması veya bulunmaması durumunda biz
radyo dalgalarının yokluğuna hükmedemeyiz.
Mıknatısın
çekim gücünü duyularımızla anlayamayız.
Allah’ın
varlığını nasıl biliriz?
Yaşadığımız
evrenin maddi bir varlığının bulunduğundan; gördüklerimizin, yiyip
içtiklerimizin bir hayal mahsulü olmadığından, dahası kendi varlığımızın bir
hakikat olduğundan şüphe duymayız. O halde varlığın nasıl meydana geldiği
üzerinde düşünmemiz ve mantıklı ve tutarlı bir sonuca ulaşmamız gerekiyor.
Kâinatın
varlığı için ihtimaller...
1. İhtimal:
Hep vardı, sonradan olmadı.
Evrenin
sürekli genişlediği günümüzde tespit edilmiştir. Bu sebeple evrenin bir
başlangıcının bulunduğu ve bu durumda bir sonunun da olması gerektiğini
evrimciler de kabul ediyorlar. O halde evren hep var değildi, sonradan var
oldu.
Önceleri kâinatın
bir başlangıcının olmadığını iddia eden ateistler, kozmolojik araştırmalar
sonunda neredeyse kesinlik kazanan “büyük patlama” kuramından sonra bu
düşüncelerinden vazgeçtiler, evrenin bir başlangıcı olduğunu kabul ettiler.
2. İhtimal:
Sebepsiz olarak kendi kendine var olmuştur.
“Hudûs
delinin ana argümanının 1. öncülünün (Evren var olmaya başlamıştır.) bilimsel
olarak doğrulanabiliyor olması, ateistlerin bu öncüle itiraz etmekten ziyade,
2. öncüle (Var olmaya başlayan her şeyin bir nedeni vardır.) itiraz etmesine
neden olmuştur. Günümüz ateist felsefecilerinin hatırı sayılır kısmının,
evrenin ezeli olduğunu iddia etmek yerine, evrenin nedensiz bir şekilde
yokluktan ortaya çıktığını iddia ettiklerini görmekteyiz.”[1]
Esasen
neredeyse bütün iddialarını evrenin ezeli olduğu yönündeki düşünceye bina eden
ateistlerin bütün iddiaları çökmüş kabul edilmelidir. Ancak varlık veya
yokluğun hakikatini bilmekten ziyade, psikolojik veya ideolojik başka
etkenlerle kendilerini Tanrı’nın varlığını reddetmek zorunda hisseden
ateistler, kaybettikleri savaşı yıkılan kalelerinin taşları arkasına gizlenerek
yok oluncaya kadar devam ettirmeye çalışmaktadırlar.
Kâinatta
meydana gelen her olayın arkasında mutlaka bir sebebin bulunduğunu görmekteyiz,
sebepsiz olarak kendiliğinden meydana gelen herhangi bir olaya rastlamış
değiliz.
Bir tarlanın
ortasında bir ceviz fidanın büyümüş olduğunu görsek ve bunun hiçbir sebep olmadan
kendiliğinden bitmiş olduğunu söyleseler kabul etmeyiz ve mutlaka mantıklı bir
açıklama bekleriz:
a. Oraya
birisi o fidanı dikmiştir.
b. Kargalar
oraya bir ceviz tanesi bırakmıştır.
Bir binanın
kendiliğinden meydana geldiğini iddia etmek veya böyle bir iddiaya inanmak akıl
ve mantık sahibi bir kimse için kabul edilebilir bir şey değildir.
Kâinat da
sebeplere bağlı olarak meydana gelen varlıkların toplamıdır. Kâinatın da madem
bir başlangıcı var, o halde onu var eden bir sebep de olmak zorundadır.
“Kuantum
Kuramında nedenler sonuçlarını zorunlu kılmaz, ancak her sonucun bir nedeni
vardır.”[2]
Tarlaya buğday tohumu ekmiş olmak, orada buğday bitmesini zorunlu kılmaz; ancak
tarlada buğdayın bitmiş olması oraya tohumun ekilmiş olduğunu gösterir.
Kâinatta
gördüğümüz her şey bir sonuçtur ve mutlaka bir sebebe muhtaçtır.
3. İhtimal:
Bir kısım sebepler kâinatı var etmiştir.
"Dünyadaki
herhangi bir varlığın sebebi, başka bir varlık olabilecektir. Bir şeyin
varlığına sebep olan o varlığın da yine kendisinden önce başka bir sebebi
bulunacaktır. Bu durumun bir süre böylece devam edip gitmesi mümkündür. Ancak
bu kuralın sonsuza kadar devam etmesi imkânsızdır. Çünkü bir süre önce var
olmayan, yani varlığının başı olan, var olduktan sonra da ölümüyle birlikte yok
olan varlıkların sonsuza kadar birbirinin nedeni olması mümkün değildir."[3]
Domino taşları
misalinde, yıkılan her bir taş bir sonraki taşın yıkılmasına sebep olur; bu
sebeplilik son taşın yıkılmasına kadar devam eder. Ancak bu sebepliliği geçmişe
doğru sonsuza götüremeyiz, mutlaka ilk taşı harekete geçiren bir elin varlığını
kabul etmek zorundayız.
Bir kişinin
varlığının sebebi olarak anne ve babasını düşünsek, anne babanın varlığının
sebebi de kendi anne babaları olsa... bu sebepler zinciri geçmişe doğru sonsuza
kadar gidemez. Çünkü evrenin bir başlangıcının olduğunu biliyoruz.
4. İhtimal:
Tabiat yaratmıştır.
Tabiat, “en
geniş tanımıyla doğal, fiziksel, maddi dünya ve aslında tüm evrendir. Doğa,
fiziksel dünyanın olgusunu ve genel olarak yaşamı belirtmek için de kullanılır.”[4]
Tabiat
dediğimiz şey, sonradan var olduğunu bildiğimiz ve nasıl var olduğu hakkında şu
an fikir yürüttüğümüz evrenden başka bir şey değildir. Tabiatta bazı bilimsel
kanunların bulunması onu yaratıcı konumuna getirmez. Tabiatın kendisi
yaratılmıştır, yaratıcı olamaz. Tabiatta mevcut olan yasalar bazı varlık ve
olayların sebebi olabilir. Ancak böyle bir sebepler silsilesinin bir
başlangıcının olması gerektiğini yukarıda belirtmiştik. Biz ise ilk sebebin ne
olduğunu bulmaya çalışıyoruz.
5. İhtimal:
Bir yaratıcı tarafından yaratılmıştır.
Madem evrenin
bir başlangıcı var, madem herhangi bir şeyin kendiliğinden ve tesadüfen,
şuursuzca varlık sahnesine çıkması mümkün değil ve madem sonradan var olan
varlıklar belli sebepler sonucu var olsa bile bu durum geçmişte sonsuza
uzanamaz.
O halde
mutlaka varlığı başka bir sebebe dayanmayan, var olmak için başka bir varlığa
muhtaç bulunmayan, varlığının başlangıcı olmayan birinin var olması ve ilk
sebebin, ilk maddenin onun tarafından bilinçli bir şekilde yoktan yaratılması
zorunludur. Bu tanımdaki varlığa Tanrı / İlah diyoruz ve O kendisini “Allah”
ismiyle bizlere tanıtıyor.
Evrenin
varlığının en basit, sorunsuz, mantıklı; filozofların çoğunluğundan bütün
peygamberlere, tarihin ilk devirlerinden günümüze kadar aklını kullanan ve
ahlaklarıyla öne çıkan insanların çoğu tarafından kabul gören en güçlü
açıklaması budur. Bunun dışındaki açıklamalar, sahipleri tarafından kanıtlanmış
değildir.
Sonsuza giden
sebeplerle evrenin oluştuğunu iddia edenler bunu kanıtlamakla mükelleftir.
Evrenin kendiliğinden var olduğunu iddia edenler, evrende kendiliğinden var
olan bazı canlı ve cansız varlıkların bulunduğunu gösterebilmelidirler.
İspat için bir
delil bile yeterlidir. Bazı delillerin geçersiz olması ya da çürütülmesi bir
tane sağlam delille ispatlanan şeyin varlığını ortadan kaldırmaz. Tıpkı sesin
varlığını dört duyu organının inkâr edip sadece bir duyu organının ispat ettiği
ve bu durum karşısında bizim, sesin %20 ihtimalle var olup %80 ihtimalle yok
olduğunu söyleyemediğimiz gibi.
Bir kısım
güvenilir ve uzman kişilerin ulaştığı gerçek, diğer kişiler için de kabul
edilmesi gereken, yani imanı gerektiren bir durum arz eder.
Örneğin, bir
virüsün varlığını bazı bilim adamları tespit ettikten sonra bilim insanı olsun
veya olmasın virüsü görmemiş ya da görememiş olan milyonlarca insanın virüsün
varlığını inkâr etmelerinin dikkate alınır bir tarafı yoktur.
Allah’ın varlığını
delillerle ispat edip bildiren binlerce ilim adamı ve düşünürün, dahası tarihin
tanıdığı en temiz ve güvenilir kişiler olan peygamberlerin haber vermelerinden
sonra bazı insanların bu bilgiye ulaşamaması veya bunu kabul etmemesinin kayda
değer tarafı yoktur.
Bir şeyin varlığını
kanıtlamak için bir tane delil yeterlidir, ancak yokluğunu kanıtlamak o kadar
kolay değildir. Eğer bu kural yanlış olsaydı hiçbir suçlunun suçu ispat
edilemezdi. Bir kişinin hırsızlık yaptığına dair bir tane sağlam delil veya
birkaç şahidin bulunması, o kişinin hırsızlık yaptığına şahitlik etmeyen
milyonlarca insana tercih edilmektedir.
Allah’ın
varlığına dair inananların getirdiği bir tane delile karşılık, ateistler
yokluğunu ispatlayabilmek için bütün kâinatı elekten geçirmek zorundadır. Hatta
inananların delillerinin hepsini çürütmek bile Allah’ın yok olduğunu ispatlamak
manasına gelmez.