31 Mart 2012 Cumartesi

ŞAŞIYORUM

Ebu Zer El-Gıfari Hazretleri bir gün Allah'ın Elçisi'ne, "Ya Rasulallah! Musa aleyhisselamın sahifeleri ne idi?" diye sordu.
Allah Rasulü "Hep ibret verici şeylerdi." dedi ve devam ettiler:

"Öleceğini kesin olarak bildiği hâlde sevinen kimseye şaşıyorum. Cehennem'e kesin olarak inandığı hâlde gülen kimseye şaşıyorum. Kadere kesin olarak inandığı hâlde kendini yoran kimseye şaşıyorum. Dünyanın hiç kimseye mal olmadığını gördüğü hâlde dünyaya güvenen kimseye şaşıyorum. Yarın sorguya çekileceğine kesin olarak inandığı hâlde Âhiret için çalışmayan kimseye şaşıyorum."

Allah'ın son elçisi doğruyu söylüyordu: Allah'ın elçisi Hazreti Musa'nın kitabında yazılanlar doğruydu; çünkü hepsi Allah'ın sözleriydi.

Dünyaya feryatlarla gözlerimizi açtığımızda geri sayım sayacımız çalışmaya başladı. Dur durak bilmeden; kurması, pili bitmeden bütün hâneleri sıfırlıyor saliseler... Bir tane ömrümüz vardı bu dünyada, doğduğumuz gün ömür hanesi sıfır oldu. Yıl hanesi sıfır, ay hanesi sıfır, gün hanesi sıfır ve nihayet saat, dakika, saniye, salise haneleri de sıfırlandı mı bu dünya bizim için bitmiştir. Artık "one minute"imiz kalmamıştır, daha da dünyaya gelmeyeceğizdir.

Bunu biliyoruz. Dünyanın en muhalif adamı bunun aksini iddia edemez ve dünyanın en dâhi hekimi buna çare bulamaz. Ne kadar zamanımızın kaldığından habersiziz, sevinebiliyoruz. Şaşılacak şey. İdam gömleği giydirilmiş, boynuna hükmü asılmış, kolları gardiyanlarca tutulmuş, elleri arkadan bağlı bir mahkûmun yağlı urganın önünde kahkahalar atması kadar acınacak haldeyiz sevindiğimizde. Günümüzü gün ettiğimizde, felekten gün çaldığımızı zannettiğimizde... Geri sayım sayacımızın hanelerinden çalıp günahlara harcadığımızda acınacak haldeyiz.

"Benim bildiklerimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız." buyurmuştu bir defasında Allah'ın Elçisi. Cennet'i görmüştü, Cehennem'i seyretmişti Mirac'a çıktığında. Biz görmedik; ama görenden işittik. O gören ki bir tek sözünde bile hakikatten uzak düşmedi. En yalancıların zamanında en emin oldu. Düşmanları bile yalanla itham edemediler onu. Cehennem'e kesin olarak inanıyor; ancak gülebiliyorsak kahkahalarla, gülebiliyorsak Cennet'le müjdelenmiş gibi, şaşılacak hâldeyiz.

Kadere kesin olarak inanıyoruz. Kâinatta bir düzen var. Tabiatın kaderinde, baharda yeşermek; güzde sararmak yazılı. Bunun aksi olacak olsaydı bütün dengeler bozulurdu. Ay'ın kaderinde Dünya'nın, Dünya'nın kaderinde de Güneş'in etrafında dönmek yazılı. Bir tanesi kaderin sınırlarını zorlasa -ki bu mümkün değil- bütün sistemler dağılır gider. 

İnsanın da kaderi yazılmıştır. İnsanı dünyaya imtihan için gönderen Allah, seviyeye göre sorular sormaktadır. Herkesin seviyesine göre... İyilere puanı bol, zor sorular; zayıflara kolay ve kazancı az sorular...

Özgür irademizin de hakkını vereceğiz; ama olayların çoğu bizim dışımızda gelişecek, kaderimiz sahnelenecek, düzen bozulmayacak. Kendini paralamak nafile...

Ölüm hakikat ya... Bizler toprağın üstüne talibiz, toprağın altı da bizim hepimize talip... Bu ruleti hep toprak kazandı, hep o kazanacak. Biriktirdiklerimiz hiçbir işimize yaramayacak. Kazanmaya çalışırken ömür geçer, kazanınca da biter. Dünyaya çürük bir pamuk ipliğiyle bağlıyız. Ha koptu, ha kopacak. Katına, yatına, parasına, puluna, malına mülküne güvenenlerin çoğu çürüyüp gittiler; şimdinin Karunlarını da ölüme karşı sigortalayacak bir şirket bilmiyoruz. 

Ve bir gün hesap vermek var. Yapmamız gerekirken yapmadıklarımızın, yapmamamız gerekirken yaptıklarımızın hesabını... Ölmeyen, yorulmayan, unutmayan, hiçkimsenin hakkını yemeyen, kimseye zulmetmeyen Allah'a biricik hayatımızın hesabını vermek...

Geçici hayatı anlamlı kılan şey... Fani bir yaşamda sonsuz bir yaşamı kazanmak... Bunun için de imtihan olmak... İyilere iyiliklerinin fayda vereceği, kötülerin kötülüklerine eyvahlar edecekleri bir gün... Hesap günü... Vakit varken hazırlık yapan en akıllı adamdır. Daha vakit var, zanneden de en aldanmış kişidir...

Hayat uykusundan uyanmadan önce gaflet uykusundan uyanmalı...

18 Mart 2012 Pazar

SONBAHARDA BİZİM BAHÇE

Dedemden kalma küçük bir bahçemiz var. İyice yaşlanıp verimden düşünce ağaçlarını, babam, söktürdü.
Sonra toprak dinlensin diye bir yıl fasulye ektik. O sene (2008) bizim için sıkıntının zirveye çıktığı bir sene idi. 19 yaşındaki erkek kardeşim hastalanmıştı ve vilayette hastanede yatıyordu. Hastalığı ALL idi. Annem onun yanındaydı. Sık sık kana ihtiyacı oluyordu. Çok zaman çaresiz kalıyorduk. Ben, toprakla meşgul olmaktan büyük haz almama rağmen o yıl iki haftalık yaz tatilimin birinci haftasında fasulyeleri aklım hastanede, elimde telefon ve gözlerim zaman zaman yaşlarla dolu olarak suladım.
Fasulyeleri toplama işini ise yaşı 80'i geçmiş olan ninem ve bizde misafir olarak bulunan halam yapıyordu. 
Tatilimin ikinci haftasını hastanede refakatçi olarak geçirdim. 
Sonra uzun bir tedavinin ardından kardeşim iyileşti. Normal hayatına döndü.
Fasulye ile ağzının tadını değiştiren toprakta çukurlar açıyordu ailem, bahçemizi yeniden ağaçlarla dolduracaklardı. Kırmızı ve beyaz kirazlarla... Kardeşim de yardım ediyordu onlara. Geçmiş geçmişti, mutluyduk.
Yaz geldiğinde genç fidanlarımız yapraklarla donandı. toprağın boş yerlerine de yonca ektirmişti babam. Ufak bir gelir olacaktı.
Fidanların bazılarını kökten kurt kesti, kuruttu. Olsun, seneye yerine yenilerini dikecektik. Sonra belki yine kurtlar kurutabilirdi fidanlarımızı; ama biz vazgeçmezsek kurtlar belki vazgeçerdi.
Yaz bitti, sonbahar geldi. 
Kardeşimin hastalığı yeniden nüksetti.
Kanındaki kurtlar vazgeçmemişti. Kardeşim yeniden hastaneye yattı. Durumu gittikçe ağırlaştı. Hafta sonları yanında refakatçi kalıyordum. ALL'nin üzerine bir de H1N1 virüsü kapmıştı.
Yoğun bakım, daracık bir oda... Her taraftan cihazların dıtdıtları ve solunum sesleri... İnsanın boğazını sıkıyorlar sanki. 
Kardeşim çoğu zaman uyuyor. Uyandığı zaman da zar zor bir şeyler konuşabiliyor. Dar odada bir tane pencere var. Arkasında. Dışarıyı da hiç göremiyorum, dedi. Dışarı, güz mevsimine henüz fazla bulanmamış. Hastanenin bahçesi güzel. Yatağını çeviriyorum.  Fazla çevrilmiyor, odanın eni yatağın boyundan kısa. Pencereden birazcık dışarıya baktı. Gördü görmedi. "Tamam, yeter." dedi. "Yatağı çevir." Biraz daha durabileceğini söyledim. "Gerek yok, yeter." dedi. 
Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Dışarıya çıkınca ağlıyorum.
Genç bir insanın, hayatından umutsuz bir hastanenin daracık odasında ölümüne gün sayması dayanılır şey değil.
Ve diyor ki: "Bizim oralar çok güzel."
Evet, bizim oralar çok güzel. Daha da güzel olabilirdi; ama toprağına acı ekilmeseydi.
Ve birkaç gün sonra toprağa koyduk onu. Bizim oraların güzel toprağına... 
Bahçemizde büyüyen kiraz fidanları, kardeşimin eliyle toprağa dikilen fidanlar mı, yoksa onun diktiklerini kurtlar kuruttu mu, bilmiyorum. 
Fidanlar büyümeye devam ediyor. Her canlı öleceği güne kadar canını dişine takıp yaşamaya çalışıyor. Her canlı: insanlar, hayvanlar, bitkiler... 
Sonbahar geliyor, kış çöküyor. Sonra bahar geliyor, bitkiler yeniden diriliyor. Hayvanlar ve insanlar dirilmiyor. Hayvanları bilmem; ama insanların da bu dünyanın kış mevsiminden sonra yeni bir baharda dirilip yeniden sonsuz bir hayata doğacaklarını biliyorum.      

Ayvalar sonbaharın çocukları...

Alıçlar... Çocukken çok severdim. Hâlâ severim.

Sonbahar, bir yerden başlamış sarartmaya.

17 Mart 2012 Cumartesi

SİHİRLİ DEĞNEK

İyilik perisi, elindeki sihirli değneğiyle belirdi Külkedisi’nin yanında. Şaşırdı Külkedisi. İyilik perisi ona dedi ki “Üzülme, baloya katılacaksın.” “Ama nasıl?” dedi Külkedisi. “Giyecek düzgün kıyafetim bile yok. Hem olsa bile yetişemem, balo çoktan başladı çünkü.” “Ben her şeyi hallederim, sen merak etme.” diye karşılık verdi iyilik perisi. Sihirli değneğini, şaşkın gözlerle kendisine bakan Külkedisi’ne dokundurdu. Yaratılışının güzelliğiyle eski elbiseler içinde duran Külkedisi, gözlerin ancak prensesler üzerinde gördüğü kıyafetlerle donandı. Kıyafet tamamdı, güzellik yerindeydi; ancak bir de araba lazımdı baloya gidebilmek için. İşbaşındaydı sihirli değnek, balkabağına dokundu, araba yaptı onu, iki fareyi de arabaya at olarak koştu. Köpek de arabacı oldu sihirli değnekle.
“Olur mu böyle bir şey? Bir dokunuşla eski elbiseler, yeni; balkabağı, araba olur mu? Ya da fareler, at; köpek, arabacı olur mu?”
Olur. Oldu ya işte…
“Masal işte… Ancak masallarda olur böyle şeyler. Hem neydi o sihirli değnek, kimdi o iyilik perisi? Uydurma, işte canım, masal… Var mı gerçek hayatta böyle şeyler?”
Evet, var. Gerçek hayatta iyilik perileri de var, sihirli değnekler de.
“Allah Allah… Ben yıllardır bu gerçek hayatta yaşıyorum; ancak ne peri gördüm ne sihirli değneğe tesadüf ettim.”
Peki, yukarıda okuduğun masal kırıntısında balkabağını araba yapan şey neydi?
“Masaldı o. Bak, sen de masal diyorsun.”
Soruma cevap verebilir misin? Neydi o alet?
“Perinin sihirli değneği…”
Peki, o değneğe sihir gücü veren şey neydi?
“Anlamadım.”
Diyorum ki, sihirli değneği, sihirli değnek yapan sihirli değnek nedir?
“Kafam iyice karıştı, ben gidiyorum.”
Hayır, gitme.
“Bari kulaklarımı tıkayayım, her an aklım uçabilir.”
Demek ki sihir var ve benim sihirli değneğim neredeyse senin aklını uçuracak.
“Hayır, yok!”
Evet, var!
“Nedir peki o sihir; nedir bu sihirli değnek?”
Anlatayım:
O sihir, şu an senin bakışlarının odaklandığı yerdedir. Beyaz zemin üzerinde, siyah şekiller sihir; bu sihirli değnek de, kendisi erirken kâğıtta anlamlı garip şekiller bırakan alettir.
“Bildim, kalemden bahsediyorsun.”
Aferin.
“Amma attın ha! Kalemden sihirli değnek mi olur?”
Olur elbet. Hatta eğer dünyada sihirli değnek varsa veya yoksa da olacaksa bu, yalnız kalem olabilir. Düşünsene, baştaki masalda büyüleri gerçekleştiren masalın yazarıdır, bunu da kalemiyle yapmıştır. Yani o masala bir iyilik perisi getiren, onun eline bir sihirli değnek veren ve olağanüstü olaylar kurgulayan şey, kalemdir.
“O halde, gerçek hayattaki iyilik perisi de yazarlar oluyor.”
Çok doğru. Kötülükleri ortadan kaldırmak, onların yerine iyilikleri koymak, kabağı arabaya çevirmekten daha kolay değildir; bunu ancak masaldakine benzer iyilik perileri yapabilir ve onların kullanabilecekleri sihirli değnek de kalemdir.
Kalem… Sihirli değnek…
Kalem… Temiz kalpli, doğru düşünen bir beynin elinde Asa-yı Musa…
Kalem… Dokunaklı yazılarıyla yüzlerce, binlerce insanda büyük inkılâplar meydana getirebilecek bir Mühr-i Süleyman…
Kalem… Yerdeki insancıkları, insan edecek, semanın meleklerine yaklaştıracak sihirde bir değnek…
Kalem… “Oku” emriyle başlayan İlahî beyanın dördüncü cümlesinde “Senin Rabbin kalemle yazmayı öğretti.” diye kendisinden bahsedilen araç…
Sihirli değil, mucizevî çubuk…
Evet, Rabbin bütün yarattıkları mucize değil mi ve bütün öğrettikleri?...
Kalem… Sadece önemli şeyler üzerine yemin edilen Kutsal Kitap’ta Yüce Yaratıcı’nın onun üzerine “Kaleme ve onun yazdığına ant olsun ki…” diye yemin ettiği ve 114 sûreden birine onun adını verdiği mucize alet…
Kalem… İşin sırrı onda…
“Ya iyilik perilerinin değil de kötülerin, şeytan ruhluların elinde olursa… Yine çalışır mı?”
Allah korusun… Az çekmedik.

UYANMAK

—   Çavuş dayı!... Çavuş dayı!...
Ses, altında ahır olan evin, cephesindeki ahşap balkonunun açık kapısından içeri girdi, bütün boşluklara uğrayarak kırçıl sakallı, kalın ve uzun kaşlı, yaşlı, fakat diri ihtiyarın, ihtiyarlamamış kulaklarına ulaştı.
Adam üçüncüyü seslenmeye hazırlanırken balkonda gıcırdama oldu ve takkeli bir baş belirdi.
—   Çavuş dayı!
—   Buyur Ahmet, içeri gel.
—   Yoo, sağ ol, gidecem, işim var. Şey diyecem… Yarın sabah Karşıbayır’ dan ot getirmeye gidecem. İki arabalık otum kaldı. Eğer işi yoksa, sizin oğlanlardan biri de sizin arabayı getirse de öğlenin sıcağına kalmadan alıp gelsek…
—   Hımm… Olur olur, yarın olur.
—   Sağ ol Çavuş dayı, Allah razı olsun. Namazdan sonra çıkarız yola.
—   Tamam, ben oğlanlardan birini gönderirim.
Bu konuşmayı, ahırı temizlemekte olan Davut ve Hulusi kardeşler, kulak kesilip dinlemişlerdi. Sessizliği Davut bozdu:
—   Ben giderim.
Bu cümlenin ardından Hulusi’nin itirazı geldi:
—   Neyi sen gidersin? Sen küçüksüz, ben giderim.
Mesele kapandı o an için. Temizlik işini hızlandırdılar. İkisi de kendisine düşen işi bir an önce bitirme azmindeydi. Davut kendi yerini bir parça temizler temizlemez sakavili usulca dışarı süzüldü.
—   Vay uyanık vay!
Bir iki sakavil hamlesinden sonra Hulusi de işi bıraktı. Davut yoktu görünürde.
—   Gidip ağama mı söyledi acaba? Yok yok gidemez. Yok yok gider. Gider gider… o gider…
Koştu, yukarı çıktı. Çavuş dayı güzel, tok sesiyle Kur’an okuyordu. Odanın aralık kapısından içeriye göz gezdirdi. Davut yoktu. Buraya gelmişe de hiç benzemiyordu.
—   Nereye kayboldu ki? Kim bilir ne şeytanlık düşündü…
Durdu, düşündü.
—   Tamam! Anama gitmiştir. Koşup yetişeyim.
Evden çıkınca, hanım ninenin elinde teşt, Davut’un sırtında çamaşır sepeti, dere yolundan geldiklerini gördü.
Onlar eve yaklaşırken Hulusi de ağır adımlarla onlara doğru yürüdü.
—   Ana! Ne söyledi sana bu?
—   Ne söyleyecekti ki?
—   Yarın Ahmet ağabeyle Karşıbayır’a ben gidecem.
Davut atıldı:
—   Erken gidilecek, sen kalkamazdın o saatte.
—   Kalkarım!
—   Kalkamazsın!
Hanım nene müdahale etti:
—   Susun, bağırmayın, ayıptır. Bakalım ağanız ne der…
İkisi de Karşıbayır’a gitmeyi çok istiyordu. Araba sürmeyi ikisi de çok seviyordu. Hem giden, pek bir iş yapmaz, arabanın üstünde yan gelir yatardı; kalan ise işi iki katına çıkardı.
Avludaydı ikisi de. Davut, elinde kemik saplı bir bıçak… Bir tahtayı yontuyordu, kafasında aynı düşünceler… Hulusi, ağaca çıkmış, dut yiyordu; kafasında aynı düşünceler…
Balkonun gıcırtısına ikisi de döndü. Hanım nene:
—   Sabah namazında bir sefer seslenirim. Kim önce kalkarsa o gider.
—   Tamam.
—   Tamam, kabul.
Günün çoğunu, köylüler gibi çalışarak geçiren yaz güneşi istirahate çekildi. Gecenin sessizliği ve serinliği, huzur ve sükûn atmosferi halinde, dağlara, ovalara, en kuytu yerlere yerleşti. Semanın fenerli gece bekçileri dünyayı izlemeye daldılar.
Hulusi erkenden yattı, uykusunu alıp kolay uyanmak için.
Davut, avluda kütürtüler ediyordu. Elinde çekiç, keser, kerpeten, testere… Kütürdetti, gıcırdattı, söktü, çaktı… Çalıştı, çalıştı… Gece yarısı oldu, hâlâ arabanın sağını solunu elden geçiriyordu. Hanım nene geldi.
—   Yat artık, bak sabah kalkamazsın, dedi.
—   Tamam, siz yatın, diye cevap verdi.
Çalıştı, çalıştı…
Hulusi, öküzleri koştu, arabaya güzelce yerleşti, holadı ve karşı bayırın kıvrımlı, otlu yollarında türküler söyledi uzun gecesindeki dizi dizi rüyalarında.
Yüzüne vuran güneşten terlemiş olarak gözlerini açtı. Aklı başına gelince fırladı yatağından. Pencereye koştu. Güneş çoktan işbaşı yapmış, neredeyse yarım yevmiyeyi hak etmişti. Aklı başından gitti. Sinirlendi. Anası Davut’u mu kayırmıştı yoksa?
Dışarı çıktı. Hanım nene ocak yakıyordu.
—   Ana! Niye seslemedin beni?
—   Sesledim oğul.
—   Ben hiç duymadım da o nasıl kalktı peki?
—   O hiç yatmamış ki oğul…

KURBAĞA

Orta 1. sınıfa büyük bir heyecanla başladım. Siyah önlüğümden soyunup ceket pantolon giyinmiş, beyaz yakalıklarımı çözüp beyaz gömlek üzerine lacivert kravat salmıştım.
Artık biricik öğretmenimiz bizi mezun etmiş ve adını anılar defterine yazdırarak gitmişti. Yerine, her ders için ayrı ayrı öğretmenlerimiz gelmişti.
Çocuğun kalbi, kendisinden büyüktür; sevgisi boyunu aşkındır. Bu, her ders için ayrı ayrı olan öğretmenlerimizi de çok sevecektik şüphesiz, onların da her biri bizim için birer birer biricik olacaktı.
Şimdi ilkokul arkadaşlarımızla bir araya gelince anılarımızı hatırladığımız, birbirimize anlatarak içi geçirdiğimiz gibi, ileriki yıllarda da ortaokul arkadaşlarımızla bir araya gelince şimdi yaşamakta olduğumuz olaylar hep anı olarak ortaya dökülecekti.
İşte onlardan bir tanesi:
Orta 1. sınıfta, Türkçe dersindeyiz. Güz mü, bahar mı hatırlamıyorum; ancak mevsim kış değildi. Dersimize Hülya adında bir öğretmenimiz giriyordu. Çok tatlı bir insandı kendisi. Diğer arkadaşlarım da onu çok severler miydi bilmiyorum, ancak ben onu seviyordum ve bu sevgimde, hayatım boyunca sadece ondan kompozisyonuma tam puan alabilmiş olmamın da hiç etkisi yoktur.
Hülya Öğretmen, bayan öğretmenlerimizin hepsinden iriydi, hatta erkek öğretmenlerimizin de çoğundan iriydi.
O günlerde fen dersinde biyoloji konularını işliyoruz. Fen öğretmenimiz derste kesip incelemek için bir kurbağa istemişti ve arkadaşlarımızdan biri bir poşet içinde kurbağa getirmişti.
Türkçe dersindeyiz. Hülya Öğretmen ders anlatıyor öğretmen masasında. Benim de kulağım öğretmenin sesinde, gözüm de öğretmen ve Zafer arasında gidip geliyor. Zafer, masasının kitap – defter konulan bölmesindeki kurbağa poşetiyle uğraşıyor. Kurbağa poşette kıpırdıyor, çırpınıyor, çıkmak istiyor poşetten. Başına geleceklerden habersiz. Bizimle beraber laboratuarda fen dersine katılacağından habersiz, mini mini beyinlerde ne kadar önemli bilgilere dönüşeceğini bilmiyor. Kaçmak, poşetten çıkmak ve doğaya dönmek istiyor.
Hülya Öğretmen ders anlatmaya, Zafer kurbağa poşetiyle oynamaya, ben de bir ona, bir buna bakmaya devam ediyorum.
Öğretmenin o derste anlattığı hiçbir şeyi hatırlamıyorum şimdi. Zafer’in ders harici uğraşmalarını, kurbağanın çırpınışlarını ve poşetten nasıl olduysa çıkışını iyi hatırlıyorum ama.
Kurbağa poşetten çıkar çıkmaz yere zıpladı ve sıraların arasındaki boşluktan tahtaya doğru zıp zıp ilerlemeye başladı. Hülya Öğretmen, kurbağayı görmekte gecikmedi. Dersi kesti birden, bıçakla keser gibi. Bağırmaya başladı.
Nedendir bilmem, koca koca insanlar küçücük canlılardan nasıl da korkarlar. Oysa ne farenin ne kurbağanın kendilerine zarar vermeyeceğini de bilirler. Özellikle de bayanlar korkar fareden, kurbağadan. Hani Tom ile Jerry çizgi filminde olur ya, Jerry’yi gören kadın hemen sandalyeye çıkar ve avazı çıktığı kadar bağırır. Zavallı fare korkar bu sefer, nereye kaçacağını şaşırır.
Kurbağanın öğretmen masasına doğru zıplayışı, Hülya Öğretmenin bağırması ve sınıfın şaşkın şaşkın bir kurbağaya bir öğretmene bakıp kalması şeklinde geçen birkaç saniyelik bir sürenin ardından Zafer, yerinden fırladı, elindeki poşeti kurbağanın üzerine kapattı, onu yeniden poşete hapsetti.
Hülya Öğretmen bağırmaya devam ediyor:
“Ne işi var bu farenin sınıfta?”
Elindeki kıpır kıpır poşetle sınıfın ortasında kalakalan Zafer yanıtlıyor soruyu:
“O fare değil öğretmenim, kurbağa…”
Öğretmen anlık bir bozuntu yaşıyor, ses tonunu biraz düşürerek:
“Her neyse…”
Neyse ki kızan taraf, haklı taraf kendisi ve sınıfça hepimiz şaşkın ve suçluyuz.
“Kaplumbağa mıdır, kurbağa mıdır? Ne işi var onun burada?”
Durumu izah etmeye çalıştık:
“Kurbağayı fen bilgisi öğretmenimiz istedi.”
“Ne yapacakmış kurbağayı?”
“İnceleyeceğiz…”
“Neyini inceleyeceksiniz pis şeyin?”
“İç organlarını, iskeletini…”
“Ne… Kesecek misiniz yoksa?”
“Evet…”
“Caniler, katiller…”
Cani kelimesini daha önce duyup duymadığımdan emin değildim, anlamını da bilmiyordum zaten; ancak katille, kesmeyle, öldürmeyle ilgili bir şey olduğunu, en azından kötü bir şey olduğunu o derste öğrendim.
Zafer, öğretmenin önünde, elinde kurbağa poşetiyle dimdik duruyor. Öğretmen de kurbağayı gördüğü andan beri ayakta duruyor. Belli ki her bayan gibi o da korkmuş. Bütün büyüklüğüne rağmen küçücük kurbağadan korkmuş. Masasının altındaki yükseltiden bile inmiyor, yerinden kıpırdamıyor; fakat çenesi hiç durmuyor. Ha bire bağırıyor ki bu da korku alametidir.
“Caniler, katiller! Hepiniz canisiniz!”
Öğrencilerden çıt yok, herkes heykel gibi sessiz.
“Çabuk at onu dışarı!”
Öğretmenin önünde duran heykel Zafer, itiraz etmek istiyor:
“Ama öğretmenim…”
“Çabuk at dedim onu dışarı!”
“Ama Süleyman Öğretmen istemişti onu…”
“Canisiniz hepiniz, Süleyman Öğretmeniniz de cani!”
Böylece yeterince cümlede kullanılan “cani” kelimesi iyice zihnime yerleşiyor.
“Çabuk at dedim onu dışarı!”
Çaresiz kalan Zafer poşetiyle beraber dışarı attı sınıfımızın biricik kurbağasını, Fen dersimizin eğitim aracını; sonra yerine oturdu. Kim bilir nereden yakalamıştı onu, ne kadar uğraşmıştı.
Dersin kalanında öğretmen ne anlattıysa yine hatırlayan yoktur sınıftan, çünkü hemen hepimiz teneffüste bahçede yapacağımız arama tarama operasyonunu düşünüyorduk.
Teneffüse ne kadar süre varsa, geçmişti ve biz Hülya Öğretmenin bizi görmediğinden emin olur olmaz, ön bahçenin otları, çalıları arasında bulmuştuk bütün sınıfı. Arama tarama çalışmaları teneffüs boyunca sürdü.
Kurbağa yine poşetten çıkmıştı. Bir yandan bütün çalıların dibine, bütün otların arasına bakıyor, bir kurbağanın gidebileceği, girebileceği her yeri araştırıyor; bir yandan da Zafer’e kızıyorduk.
“Poşeti kurcalayıp durmasaydın böyle olmazdı.”
“Ne bileyim ben kaçacağını.” diye suçlu suçlu cevap veriyordu Zafer.
“Poşetin ağzını bağlayıp öyle atsaydın kaçmazdı.”
“Ne bileyim ben… Hem fırsat mı vardı?”
Fen dersine kurbağasız girdik. Süleyman Öğretmen çoktan meseleyi öğrenmişti anlaşılan öğretmenler odasında, belki fırça bile yemişti, canilikle ithamları yüzüne savrulmuştu belki de. Derste kurbağa konusu açmadı, ödev sormadı. Kurbağasız konular işledik. 

TOPAL ŞEHMUZ

Zaman zaman omzunda eski bir heybe, kıvrılmış eski bir halı ile kâh mahalleye doğru, kâh çarşıya doğru giderken görürdüm Topal Şehmuz amcayı. Yaşlıydı, sakallıydı, hacıydı; ama büyüğün de küçüğün de dilinde Topal Şehmuz’du o; amca, dayı, dede değildi. Sağ bacağındaki ufak bir sakatlıktan dolayı adının topala çıktığını bilmiyor olamazdı; lakin aldırmıyor görünüyordu. İç yüzünü Allah bilir. Bildiğim kadarıyla emekli falan değildi. Rızkı veren Allah… Köyleri gezer, eski halı kilim alır satar, bir Köroğlu bir Ayvaz, geçinir giderlerdi. Çevre köyleri, hatta civar ilçeleri çok iyi tanırdı. Buralarda pek çok ahbap edinmiş, alışveriş için gittiği yerde gecelemek ihtimali olunca bu dostlarında kalırmış.
Çok gezen çok bilir derler, çok tecrübe edinir, anlatacak bir sürü anısı olur onların. Bir de Topal Şehmuz gibi sözü sohbeti dinlenir, şen şakrak biriyse anlatır durur yeri geldikçe müsait kalabalıklara.
İşte dayımdan dinlediğim bu olay da Topal Şehmuz’un halı kilim ticareti maksadıyla gerçekleştirdiği seyahatlerinden biriyle ilgili.
Topal Şehmuz, geceyi gittiği köyde geçirmesi icap edince, ahbaplarından birinin evine gider. Ahbap dedikse, adını, evini bilir; bir iki konuşmuşlukları var, kanları birbirine ısınmış; hepsi o kadar. Topal Şehmuz, bu köyde bir konak daha edinmiş böylece. Bizim köylümüz, kim ne derse desin, misafirperverdir. Köyüne gelen yabancılara alaka gösterir. Evinde misafir eder, Allah ne vermişse ikram etmekten zerre kaçınmaz.
İşte böyle bir misafirlikte yerler içerler, kenara çekilirler. Topal Şehmuz dindardır. Beş vakitle, bir ay oruçla, hacla, zekâtla da yetinmez. Zikir halkalarına dâhil olur, dersler alır, nefis tezkiyesi için çalışır. Bu arada akşam ezanı okunur. Şehmuz amca, ev sahibinden bir seccade ister.
“Abdestliyim. Şuracıkta namazımı kılıvereyim.”
Bizim buralarda köylerin çoğundan İslam teğet geçmiştir ve köylülerin çoğunun dinle diyanetle rabıtası pek zayıftır; ancak yine de duvarlarda asılı Kelam-ı Kadim, ev hanımının sandığında işlemeli birkaç seccade, doksan dokuzluk birkaç tesbih bulundurulur.
Ev sahibi kızına seslenir:
“Kızım, buraya iki tane seccade getir de namaz kılalım.”
Kız, işlemeli seccadelerden iki tane getirir. Adam hemen alır ve seccadeleri yan yana serer.
Topal Şehmuz, “Niyet ettim Allah rızası için bugünkü akşam namazının farzını kılmaya, döndüm kıbleye.” diye niyet ederek tekbir getirir, namaza durur. Ev sahibi de kendi seccadesini biraz geriye çeker ve namaza durur.
Topal Şehmuz rükûya gider, hemen ardından ev sahibi rükûya gider. Topal Şehmuz secdeye gider, adam secdeye gider. Topal Şehmuz da secdede sağ bacağını geriye uzatır, ev sahibi de. İkinci rekâtın tahiyyatına Topal Şehmuz, sağ bacağını ileri doğru uzatarak oturur, ev sahibi de sağ bacağını uzatarak oturur. Üçüncü rekâtın tahiyyatında da aynı manzara… Topal Şehmuz sağına soluna selam verir. Ev sahibi de yapar aynısını.
Topal Şehmuz, adama sorar:
“Yahu, tahiyyatta otururken niye bacağını ileri uzatıyorsun?”
“Sen de uzatıyorsun!...”
“İyi de, benim bacağım sakat. Üstüne oturamıyorum da ondan uzatıyorum. Sen de mi sakatsın?”