23 Haziran 2022 Perşembe

ÖN YARGI

Dolmuşta yanımda oturan yaşı elliye varmamış gözüken bir adam... Evi barkı terk etmiş, -ifadesine göre- ayak bastığı her yerde hakkı yendiği için terk etmek zorunda kalmış; önüne hangi şehir gelir, aklına neresi düşerse otostop çekerek gezip duruyor. 

Bir gün bir yerde bir grup insanın konuşurlarken birbirlerine "kurban" diye hitap ettiklerini işitiyor. O buna "kurban" diyor, bu şuna "kurban"... Niçin böyle konuştuklarını soruyor. Diyorlar ki "Bizim bağlı olduğumuz bir Allah dostu var, bir veli. Biz birbirimize böyle hitap ederiz." 

"Hayatta mı bu zat." diye sordum, "Hayatta." dediler. 

Adam anlatmaya devam etti, dinledim: 

Yerini yurdunu öğrendim. Hemen yola koyuldum, dergâha vardım. Büyük bir kalabalığın arasındayım. Biraz sonra kalabalık ikiye ayrıldı, aralarında bir koridor oluştu. Yaşlı bir zat ağır ağır koridorda geliyor. Üstünde uzun bir cübbe, başı sarıklı, elinde âsâ... Herkes başını yere eğmiş durumda, bense başım dik, adamın yüzüne bakıyorum gözlerimi hiç ayırmadan. Adam benim önüme gelince bana ayaklarımın altından bir ürperti geldi, saçlarıma kadar bütün vücudum titredi. Hayatımda hiç böyle bir şey yaşamamıştım.

Bunları üç aşağı beş yukarı aynı kelimelerle anlattıktan sonra hissettiği ürpertinin sebebini bana sordu. 

Senin içine ilahi bir feyiz akmış, Allah dostundan senin kalbine bir nur ulaşmış.... gibi açıklamalar yapsam hoşuna gidecek. Hiç öyle bir şey söylemedim. Gün cumaydı ve bir yarım saat önce sıkıntılarını anlatırken cuma namazını kılmadığını, çünkü içinden gelmediğini söyleyen, ara sıra camilere uğrayan, bunu da -Allah bilir- vermeyi ibadet bilenlerin inançlarıyla gününü, hiç olmazsa birkaç saatini veya bir paket sigarasını kurtarabilmek için yapan bu zatın keramet hikayelerinde itibar edilecek bir taraf olamazdı. 

Ön yargı, dedim. Aşırı bir beklentiye girdiğin için etkilenmişsin, psikolojik bir durum. İzahım hoşuna gitmedi, konu kapandı.  

Yirmi beş yıl kadar önce üniversite öğrencisiyken bir komşumuzun, okuduğum şehirde oturan yakın bir akrabasına selamını iletmek için evlerine gitmiştim. O vakit kırklı yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim evin oğlu, sohbeti şeyhine getirmiş, şeyhinin mübarekliğini, kerametlerini gözleri ışıl ışıl, aşkla şevkle öyle anlatmıştı ki büyülenmiş sanırdınız. Dinlerken ben de etkilenmiştim. Bana mübarek'in bir fotoğrafını göstermek istedi. Gitti getirdi, ben de hikâyeye kendimi nasıl kaptırdıysam fotoğrafı elime alınca ürperdim, gözlerim yaşardı. Bana hediye ettiği, yıllarca kitap arasında sakladıktan sonra bu tür büyülerin etkisinden kurtulduktan sonra yırtıp attığım fotoğrafta bir Allah dostu (?) duruyordu. Elinde bastonu, uzun beyaz sakallı, sarıklı cübbeli bir zat... Bir binanın kapısından içeriye girdiği sırada habersizce çekilmiş fotoğrafta sıra dışı hiçbir şey yok. Onun benzeri yaşlı dedelere her gün defalarca rastlıyorum belki. 

O halde beni ve dolmuştaki adamı ürperten şey ne idi?

Ön yargı...

İnsanların herhangi bir varlık ya da durum karşısında verecekleri tepkileri, zihinlerine önceden kaydedilen bilgiler belirler. Bu bilgileri ya bizzat kendimiz tecrübelerimizle edinmişizdir veya dışarıdan öğrenmişizdir. Bir kedi resmi görünce korkmayız, ama bir yılan resmi görünce ürpeririz; çünkü kediye karşı olumlu, yılana karşı olumsuz ön yargılara sahibizdir. Küçükken bir kedi tarafından tırmalandığı için kedilere karşı olumsuz ön yargı edinmiş bir kimse ise kedinin resminden ürperebilir ve bir yılan avcısı yılanın resmine soğukkanlılıkla bakabilir.

Buda heykeli karşısında bir Budist vecd ile ürperirken bin Müslüman tiksintiden ürperebilir. 

Söz cambazları var, çoğu mektep kitap görmemiştir ama psikolojiyi iyi bilirler, belki de kalplerine bir fısıldayıcının fısıldadıklarını konuşurlar. Önce sizi küçültürler. Elinizden tutar, sizi cüce görünümüne getirinceye kadar çukura indirirler. Kendilerini de katarlar güya işin içine seyahatin başarısı için: Bizler günahkârız, hatalarımız çok, isyanlarımız büyük. Allah'a layıkıyla ibadet edemiyoruz. Cennet ucuz değil, cehennemden kurtuluş kolay değil. Küçül, küçül, küçül...

Sonra öteki kulu büyütürler: Bu zamanda yaşayan bir Allah dostu, bir veli... Senin kalbinden geçenleri bilen kerametler sahibi... Üçler, yediler, kırklardan... Allah katında mevki sahibi, eteğinden tutunanları cehennemden çıkarıp cennete koyacak bir şefaatçi... Deryada yürür, semada uçar... Büyüsün, büyüsün, büyüsün...

Günün birinde bir zat, Hz. Peygamber'in huzuruna girdi. Medine dönemi ve Hz. Peygamber, aynı zamanda bir devlet başkanı. Titremeye başladı.

Hz. Peygamber buyurdular ki "Korkma, ben bir kral değilim. Ben Kureyş kabilesinden kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum." Ben de senin gibi bir insanım, Allah'ın bir kuluyum. Beni gözünde büyütüp kendini de küçültme, demek istiyordu. 

"Hristiyanların Meryem oğlu İsa'yı övdükleri gibi beni övmeyin. Ben sadece bir kulum. Siz benim için Allah'ın kulu ve Rasülü deyin." uyarısı da yine Kainatın Efendisi'ne aittir.

O nerede, bu nerede?

Ve görme vakti.... Kendi cüceliğine, ötekinin devliğine iyice iman ettiğin vakit...

Görünce ürperirsin... Ön yargının meyvesi...

Ötekini gözünde büyüte büyüte dev haline getirdiğin halde kendin cüce olamazsan eğer görüşme vaktinde büyü bozulur, "Bu muymuş?" dersin. "Adam daha fatihayı hatasız okuyamıyor." Cüce olabilseydin "Bu, Peygamber'den alınıp herkesin unuttuğu, yeryüzünde bu mübarekten başka bileni kalmamış olan bir kıraat şeklidir." diye inanacaktın.

Cüceleştirilmişsen eğer onu gözleri kapalı, başı önüne düşmüş halde görünce manevi alemlerle irtibat halinde olduğunu düşünürsün; ama akıl kaydından kurtulamamışsan "Bu adam uyuyor." dersin.

Özetle, karşılaştığımız bir şahıs veya duruma dair aşırı olumlu ön yargıların muhtemel üç sonucu vardır:

1. Ruh kuvveti zayıf, cehaleti kavî olanlar kerametlerle (!) ürperir, âlemin hata dediğinde hikmet ararlar. 

2. Aklı fikri yerinde olduğu halde hakikatin ön yargılarına uygun olduğunu görenler memnun olur, takdir ederler.

3.   Aklı fikri yerinde olduğu halde hakikatin ön yargılarındaki beklentinin altında olduğunu görenler hayal kırıklığına uğrar, "Dedikleri kadar değilmiş." derler. Derler, ama cücenin devliğinden geçinenler konuşmaya devam eder: 

"Sen işin kabuğundasın, özüne vâkıf değilsin. Sen kafa gözünle bakıyorsun, o mübarek kalp gözüyle bakıyor. Siz sadece zahiri biliyorsunuz, bâtını ancak veliler bilir. Bu, vehbî ilimdir; kesbî değil..." Argüman çok. Yahu adamın doğru dürüst bir şey anlattığı yok.

"Onun susması bile hikmettir. Hâl iledir, kâl ile olmaz. Mübarek'in yüzüne bakmak bile yeter, söze gerek yok."


16 Haziran 2022 Perşembe

ALLAH’IN VARLIĞI

Bizler bir varlık âleminde yaşıyoruz. Başta kendi varlığımızı ve sonra bizim dışımızdaki kâinatın nasıl var olduğunu araştırmak, öğrenmek, bilmek durumundayız. Her şeyi düşünen, her olayda bir anlam arayan, her hareketini bir amaç için yapan insanın; kendi varlığını ve içinde yaşadığı evrenin varlığını düşüncenin alanı dışına itmesi, agnostisizm adı altında kendisini körlük ve sağırlığa mahkûm etmesi bir çıkış yolu değil, bir kaçıştır.

Evren hep var mıydı, sonradan mı var oldu? Hep var idiyse bunun kanıtı nedir?Sonradan var olduysa nasıl var oldu? Bir Tanrı var mıdır, yok mudur? Bu ve benzeri soruların en doğru cevaplarına ulaşabilmek için akıl, mantık ve bilimsel düşünce yöntemlerini kullanarak öğrenmeye açık, ön yargısız bir şekilde araştırma, inceleme ve düşünme faaliyetine girişmek; kanıtların bizi götürdüğü sonucu kabullenmek gerekmektedir. “Sonuç ne çıkarsa çıksın, kim ne derse desin ben inanmayacağım.” veya bunun tam aksini söyleyen insanın ne düşünmesine ne de araştırmasına ihtiyaç vardır.

Allah’ın varlığını kabul etmeyen bir insan açısından böyle bir tavır neyi ifade eder, bilmiyorum; ancak inanan bir insanın böyle bir tavır ile birlikte inanma iddiası makbul değildir. Kur’an-ı Kerim Allah’ın varlığına ve birliğine, öldükten sonra dirilmenin hakikatine dair pek çok aklî delilleri zikredip dururken, akıl sahibi olmayı dinin muhatabı olmanın ilk şartı sayarken, düşünmeyi ibadet kabul edip teşvik ederken, herhangi bir inancı atalarından devralıp düşünüp taşınmadan ve tahkik etmeden kabul edenleri eleştirirken, aklını kullanmayanları yeryüzündeki canlıların en şerlileri olarak nitelerken bir Müslüman’ın hiçbir delile sahip olmadan, düşünmeden ve bilmeden Allah’a iman ettiğini söylemesi, onu iyi mü’min değil, cahil yapar.

Cahil insan, bilmeyen insan değildir; bilmek istemeyendir, bilmediğiyle mutlu olandır.” (Platon)

 

Yaratıcı Fikri

İnsanın tabiatında bir yaratıcıya, tanrıya inanma eğilimi vardır. Tarihin bilinen en eski devirlerinden günümüze kadar insanların büyük çoğunluğu, aşkın bir güce, bir ilaha inanmaktadır. Bu, insanın fıtratında var olan sevme, üzülme, beğenme, acıma duyguları gibi inkar edilmesi, sökülüp atılması mümkün olmayan bir duygudur.

 

Bilgi edinme

İnsan genel olarak beş duyu vasıtasıyla dış dünyadan veri toplar, sonra bu verileri akıl ve mantık süzgecinden geçirir, önceki bilgileriyle karşılaştırır, yorumlar ve bir sonuca ulaşır. Ulaşılan bu sonuca bilgi ya da fikir diyoruz.

Arkeolojide bir kısım kalıntı ve buluntulardan hareketle eski uygarlıklar hakkında bilgilere ulaşıyor, yargılarda bulunuyoruz. Sözgelimi çeşitli kazılarda elde edilen yapılar ve eserlere dayanarak MÖ 1600 - MÖ 1178 yılları arasında Anadolu’da hüküm sürmüş Hitit uygarlığından bahsediyor, onların yaşayışları, inançları ve medeniyetleri hakkında kesin yargılara ulaşıyoruz. Günümüzde birisi çıkıp da böyle bir medeniyetin yaşamamış olduğunu, o kalıntıların kendiliğinden oluşmuş tesadüf eserleri olup onları yapan veya kullanan birilerine delalet etmediğini söylese kişinin akılsız veya cahil olduğuna hükmedilir.

Geçmişte dinazorlar diye bir canlı türünün yaşamış olup bundan 66 milyon yıl önce yok olduklarına dair bilgilere ve inanca; son birkaç asır içinde bulunan bazı kemik parçalarına, fosillere dayanılarak ulaşılmaktadır.

 

Bilgiye ulaşmada beş duyunun rolü

Beş duyumuz, dış dünyayı algılamada bizim en önemli vasıtalarımızdır. Ancak beş duyumuz bilgiyi oluşturan değil, veri toplayan araçlardır. Duyularımızla edindiğimiz verileri akıl ve mantık süzgecinden geçirip geçerli bir sonuca ulaştıktan sonra bir fikir veya inanç elde ederiz.

Mesela mutfaktan gelen bir kokuyu burnumuz vasıtasıyla aldıktan sonra onun ne kokusu olduğunu önceki bilgilerimiz ve tecrübelerimizle karşılaştırdıktan sonra ocaktaki sütün taşmakta olduğu sonucuna ulaşırız.

 

Beş duyunun algılama alanı sınırlıdır

Göz ile görülemeyecek kadar küçük varlıkları mikroskopla görebiliyoruz, ancak bugünkü en gelişmiş mikroskobun bile gösteremediği varlıkların bulunma ihtimali çok kuvvetlidir. Çünkü şimdiki en gelişmiş mikroskopla ancak görebildiklerimizi öncekilerle göremiyorduk. Mikroskop teknolojisinde son noktaya dayandığımızı elbette iddia edemeyiz.  Aynı şekilde en gelişmiş teleskoplarla bile görmeye muvaffak olunamayan gök cisimlerinin varlığını biliyoruz. Teleskop teknolojisinde sona ulaşıldığını ve artık gördüğümüz evrenin ötesinde herhangi bir şeyin olmadığını belki hiçbir zaman söyleyemeyeceğiz.

Kulak belli frekans aralığındaki sesleri işitiyor. Karıncanın ayak sesini duyamadığımız gibi Dünya’nın dönüşü ile çıkan sesi de işitemiyoruz.

İnsanların duyu organları, birçok hayvandan daha zayıftır: Köpekler bizden daha iyi koku alır, daha iyi işitir.


Duyularımız bazen bizi yanıltır

Sağ elimizi sıcak su bulunan bir kaba, sol elimizi de soğuk su bulunan bir kaba sokup bir süre beklettikten sonra ikisini de aynı anda çıkarıp ılık su dolu bir kaba sokarsak sağ elimiz ılık suyu soğuk algılar, sol elimiz ise sıcak algılar.

Yarıya kadar su dolu bir bardağın içine koyduğumuz çay kaşığına baktığımızda kırık olduğunu zannedebiliriz.

Limonun resmi bile tat alma duyularımızı harekete geçirebilir. Kapı gıcırtısını kedi miyavlaması olarak algılayabiliriz.

O halde bizim, beş duyumuzu gerçeğin tek kriteri olarak kabul etmemiz; akıl, mantık ve bilimle bağdaşmaz.

 

Bir şeyin var oluşunun tek kanıtı beş duyudan biri ile algılanması değildir

Kaldı ki beş duyudan sadece biri ile algılanıp diğer dördüyle algılanamayan şeylerin varlığı hakkında tereddüt etmiyoruz. Sesleri gözümüzle, dilimizle, burnumuzla algılayamadığımız için varlığından şüphe etmiyoruz.

Işığı gözümüzle algılıyoruz, ama dilimizle, kulağımızla, burnumuzla, elimizle algılayamıyoruz.

Akılla algılanabilen varlıkları, duyu organlarıyla algılamaya çalışmak boşunadır. Beş duyu ile algılanamayıp akılla bilinen bir varlığın yokluğuna hükmetmek, aklı yok saymaktır.

Varlık âleminin beş duyu ile sınırlı olduğunu iddia edebilmek için hiçbir argümana sahip değiliz.

Beş duyunun sınırlarını aştığı halde varlığını bildiğimiz, kabul ettiğimiz nice şeyler var:

Ruhun varlığını kabul ederiz ama onu beş duyudan biriyle algılayamayız.

Aklı, düşünce ve duyguları (sevgi, öfke, üzüntü, korku vb.) beş duyudan hiçbiriyle algılayamayız; ama bunların varlığından şüphe bile etmeyiz.

Radyo, telefon sinyalleri bir alıcı tarafından ses ve görüntüye dönüştürülmedikçe beş duyuyla algılanamaz; fakat alıcı cihazın kapalı olması veya bulunmaması durumunda biz radyo dalgalarının yokluğuna hükmedemeyiz.

Mıknatısın çekim gücünü duyularımızla anlayamayız.

 

Allah’ın varlığını nasıl biliriz?

Yaşadığımız evrenin maddi bir varlığının bulunduğundan; gördüklerimizin, yiyip içtiklerimizin bir hayal mahsulü olmadığından, dahası kendi varlığımızın bir hakikat olduğundan şüphe duymayız. O halde varlığın nasıl meydana geldiği üzerinde düşünmemiz ve mantıklı ve tutarlı bir sonuca ulaşmamız gerekiyor.

 

Kâinatın varlığı için ihtimaller...

1. İhtimal: Hep vardı, sonradan olmadı.

Evrenin sürekli genişlediği günümüzde tespit edilmiştir. Bu sebeple evrenin bir başlangıcının bulunduğu ve bu durumda bir sonunun da olması gerektiğini evrimciler de kabul ediyorlar. O halde evren hep var değildi, sonradan var oldu.

Önceleri kâinatın bir başlangıcının olmadığını iddia eden ateistler, kozmolojik araştırmalar sonunda neredeyse kesinlik kazanan “büyük patlama” kuramından sonra bu düşüncelerinden vazgeçtiler, evrenin bir başlangıcı olduğunu kabul ettiler.

 

2. İhtimal: Sebepsiz olarak kendi kendine var olmuştur.

Hudûs delinin ana argümanının 1. öncülünün (Evren var olmaya başlamıştır.) bilimsel olarak doğrulanabiliyor olması, ateistlerin bu öncüle itiraz etmekten ziyade, 2. öncüle (Var olmaya başlayan her şeyin bir nedeni vardır.) itiraz etmesine neden olmuştur. Günümüz ateist felsefecilerinin hatırı sayılır kısmının, evrenin ezeli olduğunu iddia etmek yerine, evrenin nedensiz bir şekilde yokluktan ortaya çıktığını iddia ettiklerini görmekteyiz.[1]

Esasen neredeyse bütün iddialarını evrenin ezeli olduğu yönündeki düşünceye bina eden ateistlerin bütün iddiaları çökmüş kabul edilmelidir. Ancak varlık veya yokluğun hakikatini bilmekten ziyade, psikolojik veya ideolojik başka etkenlerle kendilerini Tanrı’nın varlığını reddetmek zorunda hisseden ateistler, kaybettikleri savaşı yıkılan kalelerinin taşları arkasına gizlenerek yok oluncaya kadar devam ettirmeye çalışmaktadırlar.

Kâinatta meydana gelen her olayın arkasında mutlaka bir sebebin bulunduğunu görmekteyiz, sebepsiz olarak kendiliğinden meydana gelen herhangi bir olaya rastlamış değiliz.

Bir tarlanın ortasında bir ceviz fidanın büyümüş olduğunu görsek ve bunun hiçbir sebep olmadan kendiliğinden bitmiş olduğunu söyleseler kabul etmeyiz ve mutlaka mantıklı bir açıklama bekleriz:

a. Oraya birisi o fidanı dikmiştir.

b. Kargalar oraya bir ceviz tanesi bırakmıştır.

Bir binanın kendiliğinden meydana geldiğini iddia etmek veya böyle bir iddiaya inanmak akıl ve mantık sahibi bir kimse için kabul edilebilir bir şey değildir.

Kâinat da sebeplere bağlı olarak meydana gelen varlıkların toplamıdır. Kâinatın da madem bir başlangıcı var, o halde onu var eden bir sebep de olmak zorundadır.

Kuantum Kuramında nedenler sonuçlarını zorunlu kılmaz, ancak her sonucun bir nedeni vardır.”[2] Tarlaya buğday tohumu ekmiş olmak, orada buğday bitmesini zorunlu kılmaz; ancak tarlada buğdayın bitmiş olması oraya tohumun ekilmiş olduğunu gösterir.

Kâinatta gördüğümüz her şey bir sonuçtur ve mutlaka bir sebebe muhtaçtır.

 

3. İhtimal: Bir kısım sebepler kâinatı var etmiştir.

"Dünyadaki herhangi bir varlığın sebebi, başka bir varlık olabilecektir. Bir şeyin varlığına sebep olan o varlığın da yine kendisinden önce başka bir sebebi bulunacaktır. Bu durumun bir süre böylece devam edip gitmesi mümkündür. Ancak bu kuralın sonsuza kadar devam etmesi imkânsızdır. Çünkü bir süre önce var olmayan, yani varlığının başı olan, var olduktan sonra da ölümüyle birlikte yok olan varlıkların sonsuza kadar birbirinin nedeni olması mümkün değildir."[3]

Domino taşları misalinde, yıkılan her bir taş bir sonraki taşın yıkılmasına sebep olur; bu sebeplilik son taşın yıkılmasına kadar devam eder. Ancak bu sebepliliği geçmişe doğru sonsuza götüremeyiz, mutlaka ilk taşı harekete geçiren bir elin varlığını kabul etmek zorundayız.

Bir kişinin varlığının sebebi olarak anne ve babasını düşünsek, anne babanın varlığının sebebi de kendi anne babaları olsa... bu sebepler zinciri geçmişe doğru sonsuza kadar gidemez. Çünkü evrenin bir başlangıcının olduğunu biliyoruz.

 

4. İhtimal: Tabiat yaratmıştır.

Tabiat, “en geniş tanımıyla doğal, fiziksel, maddi dünya ve aslında tüm evrendir. Doğa, fiziksel dünyanın olgusunu ve genel olarak yaşamı belirtmek için de kullanılır.”[4]

Tabiat dediğimiz şey, sonradan var olduğunu bildiğimiz ve nasıl var olduğu hakkında şu an fikir yürüttüğümüz evrenden başka bir şey değildir. Tabiatta bazı bilimsel kanunların bulunması onu yaratıcı konumuna getirmez. Tabiatın kendisi yaratılmıştır, yaratıcı olamaz. Tabiatta mevcut olan yasalar bazı varlık ve olayların sebebi olabilir. Ancak böyle bir sebepler silsilesinin bir başlangıcının olması gerektiğini yukarıda belirtmiştik. Biz ise ilk sebebin ne olduğunu bulmaya çalışıyoruz.

 

5. İhtimal: Bir yaratıcı tarafından yaratılmıştır.

Madem evrenin bir başlangıcı var, madem herhangi bir şeyin kendiliğinden ve tesadüfen, şuursuzca varlık sahnesine çıkması mümkün değil ve madem sonradan var olan varlıklar belli sebepler sonucu var olsa bile bu durum geçmişte sonsuza uzanamaz.

O halde mutlaka varlığı başka bir sebebe dayanmayan, var olmak için başka bir varlığa muhtaç bulunmayan, varlığının başlangıcı olmayan birinin var olması ve ilk sebebin, ilk maddenin onun tarafından bilinçli bir şekilde yoktan yaratılması zorunludur. Bu tanımdaki varlığa Tanrı / İlah diyoruz ve O kendisini “Allah” ismiyle bizlere tanıtıyor.

Evrenin varlığının en basit, sorunsuz, mantıklı; filozofların çoğunluğundan bütün peygamberlere, tarihin ilk devirlerinden günümüze kadar aklını kullanan ve ahlaklarıyla öne çıkan insanların çoğu tarafından kabul gören en güçlü açıklaması budur. Bunun dışındaki açıklamalar, sahipleri tarafından kanıtlanmış değildir.

Sonsuza giden sebeplerle evrenin oluştuğunu iddia edenler bunu kanıtlamakla mükelleftir. Evrenin kendiliğinden var olduğunu iddia edenler, evrende kendiliğinden var olan bazı canlı ve cansız varlıkların bulunduğunu gösterebilmelidirler.

 

İspat için bir delil bile yeterlidir. Bazı delillerin geçersiz olması ya da çürütülmesi bir tane sağlam delille ispatlanan şeyin varlığını ortadan kaldırmaz. Tıpkı sesin varlığını dört duyu organının inkâr edip sadece bir duyu organının ispat ettiği ve bu durum karşısında bizim, sesin %20 ihtimalle var olup %80 ihtimalle yok olduğunu söyleyemediğimiz gibi.

Bir kısım güvenilir ve uzman kişilerin ulaştığı gerçek, diğer kişiler için de kabul edilmesi gereken, yani imanı gerektiren bir durum arz eder.

Örneğin, bir virüsün varlığını bazı bilim adamları tespit ettikten sonra bilim insanı olsun veya olmasın virüsü görmemiş ya da görememiş olan milyonlarca insanın virüsün varlığını inkâr etmelerinin dikkate alınır bir tarafı yoktur.

Allah’ın varlığını delillerle ispat edip bildiren binlerce ilim adamı ve düşünürün, dahası tarihin tanıdığı en temiz ve güvenilir kişiler olan peygamberlerin haber vermelerinden sonra bazı insanların bu bilgiye ulaşamaması veya bunu kabul etmemesinin kayda değer tarafı yoktur.

Bir şeyin varlığını kanıtlamak için bir tane delil yeterlidir, ancak yokluğunu kanıtlamak o kadar kolay değildir. Eğer bu kural yanlış olsaydı hiçbir suçlunun suçu ispat edilemezdi. Bir kişinin hırsızlık yaptığına dair bir tane sağlam delil veya birkaç şahidin bulunması, o kişinin hırsızlık yaptığına şahitlik etmeyen milyonlarca insana tercih edilmektedir.

Allah’ın varlığına dair inananların getirdiği bir tane delile karşılık, ateistler yokluğunu ispatlayabilmek için bütün kâinatı elekten geçirmek zorundadır. Hatta inananların delillerinin hepsini çürütmek bile Allah’ın yok olduğunu ispatlamak manasına gelmez.

 



[1]Doko, Enis, Evren Kendi Kendine Ortaya Çıkmış Olabilir Mi, Din & Felsefe Araştırmaları Dergisi, Haziran 2021.

[2]Agm.

[3]Topaloğlu, Aydın, Ateizm Çıkmazı, DİB yay, Ankara 2019, s.122.

[4]https://tr.wikipedia.org, doğa.

10 Haziran 2022 Cuma

ÇOKLUK


Sahabî efendilerimizden biri anlatıyor:

Nebî aleyhisselamın yanına gittim, “Çokluk duygusu, varıp kabre dayanıncaya kadar sizi oyaladı.” (Tekasür, 1-2) ayetlerini okuyordu ve buyurdular ki:

‘‘Âdemoğlu; malım malım, der. Ey âdemoğlu! Malından; yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin ve sadaka verip amel defterine kaydettirdiğinden başka senin olan ne var?” (Müslim, zühd, 3)

Hayatı Allah var etti, yaşamanın kurallarını o koydu. Yaşamak için çalışıp kazanmaya, biriktirip kullanmaya, yiyip içmeye, barınıp yuva kurmaya muhtaç yarattı bizleri. Evimiz barkımız, atımız arabamız, malımız mülkümüz, paramız pulumuz... hayatımızın hedefine ulaşabilmek için kullanmamız gereken araçlardan daha fazlası değil.

Hayatın amacı, hayatı yaratan Allah’ı tanımak ve onun sevgisini kazanmaktan ibaret. Hedefe ulaşmak için kullanman gereken araçları amaç haline getirirsen hedeften sapar, araçların elinde araç haline gelirsin.

İhtiyacın olandan fazla araca sahip olmak, seni hedefine daha hızlı ulaştırmaz; sana ağırlık eder. Gerekenden fazlasını kullanamazsın.

Midenin aldığı kadar yiyebilirsin, fazlası seni hasta eder.

Bir kat elbise giyebilirsin, iki tane üst üste giysen deli derler.

Bir tane arabaya binebilirsin. Aynı anda ikisine binemezsin.

Aynı anda bir evde yaşayabilirsin, ikincisi senden yana boştur.

كَلَّا : Hayır, gerçek, sizin zannetiğiniz değil...

سَوْفَ تَعْلَمُونَ : İleride gerçeği öğreneceksiniz.

ثُمَّ كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَ : Evet evet, yakında gerçeği bileceksiniz.

كَلَّا لَوْ تَعْلَمُونَ عِلْمَ الْيَقِينِ : İş işten geçtikten sonra ister istemez öğreneceğiniz gerçeği, keşke şimdi, bilmenin fayda vereceği bu zamanda iyice bir idrak edebilseydiniz.

O vakit ufkun üzerinden aşmak için koşmaz, gökkuşağına dokunabilmek için kendinizi yormazdınız. Asla sahibi olamayacağınız şeyler için sahip olduğunuz en kıymetli şeyi, zamanı, hayatınızı çarçur etmezdiniz.

Ah bir bilseydiniz...

Toprağın altına götüremediğiniz şeyler için toprağın üstündeki sayılı günlerinizin gecesini gündüzüne katmazdınız...

Ah bir bilsen....

Kendine yetecek kadar kazandın, biriktirdin. Çocuklarının, torunlarının yerine de çalışıp didinip artırıp biriktirmenin telaşıyla kendi varlığının manasını kavrayamadan hayatını tüketmektesin. Sana verenin, onlara da vereceğine, seni doyuranın onları da aç bırakmayacağına güvenebilseydin keşke...

Bu hayatın geçici olduğunu gözünle görmektesin, keşke bir de gönülden inanabilseydin buna. Bu sınırlı yaşamın bittiği yerde, sonsuz bir hayatın başlayacağını bilebilseydin keşke... Ve o sonsuzlukta mutlu bir yaşam satın alabilmek için sahip olduğun tek sermayenin hayat denen kısa bir zaman parçasından ibaret olduğunu anlayabilseydin keşke...

Sermayesiyle doğru bir yatırım yapamayanların; hayatın hesabının görüleceği, kişinin kardeşinden kaçacağı, anasından babasından, eşinden ve evladından kaçacağı o çetin günde büyük bir pişmanlık yaşayacaklarını şimdiden bilseydin... O günün azabından kurtulabilmek için insanların dünyadayken uğruna çalışıp didindiği, her türlü fedakarlığa katlandığı evlatlarını, eşini, kardeşini, ahbaplarını, bütün bir dünyanın malını mülkünü sırf kendisini kurtarabilmek uğruna fidye olarak vermek isteyeceğini, ancak böyle bir şeyin kabul edilmeyeceğini bir bilseydin...

Bilseydin saatler, günler, yıllar ileri giderken senin zamanının geri sardığını...

Bilseydin uyuyup uyandıkça, nefes alıp verdikçe, göz açıp kapadıkça sermayenin eriyip gittiğini...

Düşünsen bunları, sermayeni harcamazsın, sermayen ile yatırım yaparsın. Sana sonsuz bir mutluluğu kazandıracak yerlere yatırım yaparsın.

Unutma,

Midenin aldığı kadar yiyebilirsin, fazlası seni hasta eder.

Bir kat elbise giyebilirsin, iki tane üst üste giysen deli derler.

Bir tane arabaya binebilirsin. Aynı anda ikisine binemezsin.

Aynı anda bir evde yaşayabilirsin, ikincisi senden yana boştur.

Unutma Ey âdemoğlu! Yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin ve sadaka verip amel defterine kaydettirdiğinden başkası senin malın değildir.

8 Haziran 2022 Çarşamba

DİN ve BİLİM

Din: Akıl sahiplerini kendi arzuları ile bizzat hayırlara sevk eden ilahi nizam, Allah tarafından konulmuş ve insanları Allah’a ulaştıran bir yoldur.

Din, akıl sahiplerini kendi iradeleriyle şimdiki halde (dünyada) salâha, gelecekte (âhirette) felâha sevkeden, Allah tarafından konulmuş bir kanundur.” (Tehânevî)

Bilim: En küçük atom altı parçacıklardan en büyük galaksi kümelerine kadar, fiziksel ve doğal dünyanın yapısını ve davranışlarını gözlem ve deney yoluyla sistematik bir şekilde inceleyen entelektüel ve pratik bir faaliyettir.


Din ile Bilim Çelişir mi?

Öncelikle din ve bilim arasında mukayese yapabilmek için her iki alanda da yetkin olmak gerekir.

"Dinsiz bilim topal, bilimsiz din kördür.” meşhur sözünün sahibi Albert Einstein’a göre din ile bilimin çatışması şöyle dursun, biri ötekisiz düşünülemez bile.

Din ile bilimin çeliştiği iddialarının temelinde, Orta Çağ Hristiyan dünyasında hayatın neredeyse her alanını ele geçirip kendi çıkarları için insanları baskı altına alan kilise ile özgür düşünen bilim adamları arasındaki tartışmalar yatmaktadır.

Putperest Roma İmparatorluğu, Hristiyanlığı resmî din olarak kabul ettikten sonra Kilise adamları Tevrat ve İncil üzerinde tahrifat yapmaya başladılar. Böylece Allah’ın Hz. İsa ile gönderdiği hak din bozuldu, pek çok hurafenin kaynağı haline geldi. Uzun yıllar insanları kendi hakimiyeti altında bulundurup kendisini hakikatin tek kaynağı olarak gören Kilise’nin karşısında pozitif bilimlerde ilerleyen, araştırmalar ve deneylerle bilimsel gerçekleri tespit eden bilim adamları ortaya çıkmaya başladı. Bu bilim adamlarının tespit ettikleri birçok bilimsel gerçek ile Kilise’nin dogmaları arasında zıtlıklar olduğu görüldü. Kendisini hakikatin tek ve tenkit kabul etmez kaynağı gören Kilise’nin bu gelişmelere tepkisi sert oldu. Kilise’nin dünya merkezli evren görüşüne rağmen Dünya’nın döndüğünü savunan Güneş merkezli evren görüşünü benimseyen İtalyan bilim adamı Galileo (1564-1642) engizisyon mahkemesinde yargılanıp hapse mahkum edilmiş, hayatının sonuna kadar ev hapsinde tutulmuştur. Halbuki Galileo; ateist değildi, dine karşı bir insan değildi, aksine iyi bir Hristiyan’dı. Kilisenin bu tavrından birçok bilim adamı nasibini almıştır.

Orta Çağ Avrupasında modern bilime emek veren bilim adamlarının çoğu, çalışmalarını dine karşı gerçekleştirmedikleri gibi kendileri de dinsiz değillerdi; onlar üzerinde baskı kurarak bilimsel gelişmelere engel olmaya çalışan Kilise de hakiki dinin temsilcisi değildi.

O günün Avrupasında hurafeleri din diye savunan Kilise’nin bilime aykırı olduğu, bilimsel gelişmelerin önünde engel olduğu doğrudur. Bilimle hurafe dini o gün de çelişiyordu, bugün de çelişir.


İslam ile Bilim İkiz Kardeştir

Orta Çağ Hristiyanlığının hakkı olan tenkitlerin transfer edilerek İslam’a yöneltilmeye çalışılması tam bir akıl tutulmasıdır. Çünkü bizatihi İslam, Hristiyanların inançlarını dalalet olarak nitelendirir, onların ellerinde bulunan Tevrat ve İncil’in tahrif edilmiş olduğunu, Allah’ın indirdiği kitaplar olmadığını bildirir:

يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِه وَنَسُوا حَظاًّ مِمَّا ذُكِّرُوا بِه

Onlar kelimelerin yerlerini değiştiriyorlar. Kendilerine bildirilenlerden (Tevrat) önemli bir kısmını da unuttular.” (Maide suresi 13. ayet)

وَمِنَ الَّذينَ قَالُوا اِنَّا نَصَارى اَخَذْنَا ميثَاقَهُمْ فَنَسُوا حَظاًّ مِمَّا ذُكِّرُوا بِه

Biz Hristiyan’ız.’ diyenlerden de sağlam bir söz almıştık, ama onlar da kendilerine bildirilenlerden (İncil) önemli bir kısmını unuttular.” (Maide, 14)

İslam; bilimi Allah'ın kainatta yerleştirdiği kanunları tespit etmek, anlamak ve anlamlandırmak; böylece Allah'ın yaratmada ve idare etmedeki hikmetlerini ve kudretini keşfetmek için bir vasıta olarak görür ve teşvik eder.

Bilimin amacı dış dünyayı keşfetmektir. İslam bir adım ötesini ister: Bilim sayesinde insan dış dünyayı keşfederek Allahın kudretini kavramalı, kendi konumunu görmeli, Allah’a imanını kuvvetlendirmelidir.


Kur’an Bilime Teşvik Eder

Bilimin sermayesi akıl, deney, gözlem ve duyulardır. Din de aynı unsurlara dayanır; insanın düşünmesini, aklını kullanmasını ister.

اِنَّ في خَلْقِ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَاٰيَاتٍ لِاُولِي الْاَلْبَابِ ﴿آل عمران: ١٩٠﴾ اَلَّذينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَاماً وَقُعُوداً وَعَلى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ في خَلْقِ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِۚ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هذَا بَاطِلاًۚ سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ ﴿١٩١﴾ص

Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün farklı oluşunda aklıselim sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve şöyle derler:) “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âli İmrân, 190-191)

وَمِنْ ايَاتِه يُريكُمُ الْبَرْقَ خَوْفاً وَطَمَعاً وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَيُحْـي بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ في ذلِكَ لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ ﴿الروم: ٢٤﴾ص

Yine O’nun kanıtlarındandır ki, korku ve ümit vermek üzere size şimşeği gösteriyor, gökten su indirip ölümünün ardından yeryüzünü onunla canlandırıyor. Gerçekten bunda, aklını kullanan kimseler için ibretler vardır.” (Rum, 24)

اَفَلَا يَنْظُرُونَ اِلَى الْاِبِلِ كَيْفَ خُلِقَتْ ﴿١٧﴾ وَاِلَى السَّمَاءِ كَيْفَ رُفِعَتْ ﴿١٨﴾ وَاِلَى الْجِبَالِ كَيْفَ نُصِبَتْ ﴿١٩﴾ وَاِلَى الْاَرْضِ كَيْفَ سُطِحَتْ ﴿٢٠﴾ص

Peki onlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bakmazlar mı?” (Ğâşiye, 17-20)

فَلْيَنْظُرِ الْاِنْسَانُ مِمَّ خُلِقَ ﴿٥﴾ خُلِقَ مِنْ مَاءٍ دَافِقٍ ﴿٦﴾ يَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَائِبِ ﴿٧﴾ص

İnsan neyden yaratıldığına bir baksın. O, atılan bir sudan yaratıldı. O su, bel ve göğüs kafesi arasından çıkar.” (Târık, 5-7)

فَلْيَنْظُرِ الْاِنْسَانُ اِلى طَعَامِه ﴿٢٤﴾ اَنَّا صَبَبْنَا الْمَاءَ صَبّا ﴿٢٥﴾ ثُمَّ شَقَقْنَا الْاَرْضَ شَقاًّ ﴿٢٦﴾ فَاَنْبَتْنَا فيهَا حَباًّ ﴿٢٧﴾ وَعِنَباً وَقَضْباً ﴿٢٨﴾ وَزَيْتُوناً وَنَخْلاًۙ ﴿٢٩﴾ وَحَدَائِقَ غُلْباًۙ ﴿٣٠﴾ وَفَاكِهَةً وَاَباًّۙ ﴿٣١﴾ مَتَاعاً لَكُمْ وَلِاَنْعَامِكُمْ ﴿٣٢﴾ص

İnsan yediğine bir bakıp düşünsün! Biz bolca su indirdik. Sonra toprağı uygun şekilde yardık. Oradan sizin ve hayvanlarınızın yararlanması için ekinler, üzüm bağları, sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, gür ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik.” (Abese, 24-32)

اَوَلَمْ يَرَوْا كَيْفَ يُبْدِئُ اللهُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعيدُهُ اِنَّ ذلِكَ عَلَى اللهِ يَسيرٌ ﴿العنكبوت: ١٩﴾ قُلْ سيرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَاَ الْخَلْقَ ثُمَّ اللهُ يُنْشِئُ النَّشْاَةَ الاخِرَةَ اِنَّ الله عَلى كُلِّ شَيْءٍ قَديرٌ ﴿٢٠﴾ص

Peki onlar, Allah’ın yaratmayı nasıl başlattığını, sonra onu art arda sürdürdüğünü görmezler mi? Kuşkusuz bu, Allah için kolaydır. (Resulüm!) De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın ve Allah’ın ilk yaratılışı nasıl başlatıp devam ettirdiğini görün. Allah, daha sonra ikinci hayatı da işte böyle gerçekleştirecektir; Allah her şeye kâdirdir.” (Ankebut, 19-20)


Kur’an Bilenleri / İlim Adamlarını Över

هَلْ يَسْتَوِي الَّذينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذينَ لَا يَعْلَمُونَ اِنَّمَا يَتَذَكَّرُ اُولُوا الْاَلْبَابِ

Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu! Doğrusu ancak akıl iz‘an sahipleri bunu anlar.” (Zümer, 9)

وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَابِّ وَالْأَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ كَذَلِكَ إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاء إِنَّ اللهَ عَزِيزٌ غَفُورٌ

İnsanlardan, binek hayvanlarından ve eti yenen hayvanlardan da farklı tür ve renklerde olanlar var. Kulları içinden ancak bilenler, Allah’ın büyüklüğü karşısında heyecan duyarlar. Şüphesiz Allah üstündür, çokça bağışlayıcıdır.” (Fâtır, 28)


Kur’an Bilime Yol Gösterir

Çocuklarını okumaya, öğrenmeye, bilimle uğraşmaya teşvik eden, onlara gerekli imkanları sağlayan, kendisinin bu tavsiyelerine kulak asmayıp cahilliği tercih eden çocuklarını azarlayan bir babanın, kendisi bilim adamı olmadığı için bilime karşı olduğu söylenebilir mi? Kur’an’ın bilime karşı durumu, böyle bir babanın durumundan farksızdır.

Kuran bir bilim kitabi değildir. O, Kıyamete kadar yeryüzüne gelecek tüm insanlara, tüm boyutlarıyla dünya hayatında ve sonsuz Ahiret hayatında mutlu olabilmenin yollarını gösteren bir kılavuz kitaptır. Bilime teşvik eder, bazı ipuçları verir, ama ayrıntıyı insanların araştırmasına bırakır. Bu yöntem (hazır bilgi vermeyip ipucu vererek araştırmaya teşvik etmek) bile Kur’an’ın araştırmaya, incelemeye, öğrenmeye; yani bilime verdiği önemi göstermeye yeter. Bilginin peşinde olmak, araştırmak; evrendeki mükemmel sistemlerin bilgisine peşin olarak sahip olmaktan daha kıymetlidir. Yani öğrenmekteki hareket, bilgideki durgunluktan daha önemli olduğunu öğretir Kur’an.

Bununla birlikte Kur’an bazı bilimsel gerçekleri açıkça ifade ederek, bazıları için ipuçları vererek bilimsel çalışma yapanlara yol gösterir. Birkaç misal verelim:


Dağların işlevi

اَلَمْ نَجْعَلِ الْاَرْضَ مِهَاداً ﴿النبأ: ٦﴾ وَالْجِبَالَ اَوْتَاداً ﴿٧﴾ص

Biz, yeryüzünü bir döşek, dağları da (yeri dengede tutan) kazıklar yapmadık mı?” (Nebe’ 6-7)


خَلَقَ السَّموَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا وَاَلْقى فِي الْاَرْضِ رَوَاسِيَ اَنْ تَميدَ بِكُمْ وَبَثَّ فيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَنْبَتْنَا فيهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ كَريمٍ ﴿لقمان: ١٠﴾ص

Allah, gökleri görebileceğiniz herhangi bir destek olmadan (duracak şekilde) yarattı, sizi dengede tutması için yere sağlam dağlar yerleştirdi, orada her türlü canlının çoğalmasını sağladı. Biz, gökten su indirip (bununla) yeryüzünde her türden faydalı bitkiler bitirdik.” (Lukman, 10)

Yukarıda sadece iki misal verdiğimiz Kur’an ayetlerinde dağların, yerküre üzerinde ağırlığıyla denge sağlama işlevine dikkat çekiliyor, ayrıca dağların adeta yere çakılmış bir kazık gibi olduğundan, yani yerin alt katmanlarına inen köklere sahip olduğundan bahsediliyor. Yedinci yüzyılda insanların sahip olmadıkları bu bilgileri bugünkü bilimin onayladığını şu bilgilerden anlıyoruz:

Yer kabuğunun kütleleri ve yoğunlukları birbirinden farklı büyük parçaları (blokları) arasındaki denge durumuna izostazi denir. Bu, ancak 1850’lerde anlaşılabilmiştir.

İzostazi aynı zamanda, hafif maddelerden oluşmuş dağlık bölgelerin daha yoğun bir temel (substratum) üzerinde yüzmekte olduğunu ve dağların yükseklikleri ile orantılı derin "kökleri" bulunduğu gerçeğini de açıklar. Böylece yüksek dağlar, kuzey denizlerinde yüzen buzdağları gibidir; büyük ve derin kökleri yeraltında, küçük ve sivri tepeleri ise yer üstünde bulunur.” (Vikipedi)

Dağlar, magmada biriken enerjinin yeryüzüne atıldığı bacalardır.

Dağlar, dünya için depo işlevi görür. “Dünya'nın nehirlerinin çoğu dağlık kaynaklarca beslenir ve insanlığın yarısından fazlası su için dağlara bağımlıdır.” (Vikipedi)


Göğün 7 Katmanı, Ay’ın orada nur oluşu ve Güneş’in evrende ziya oluşu

اَلَمْ تَرَوْا كَيْفَ خَلَقَ الله سَبْعَ سَموَاتٍ طِبَاقاً ﴿نوح: ١٥﴾ وَجَعَلَ الْقَمَرَ فيهِنَّ نُوراً وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجاً ﴿١٦﴾ص

Görmüyor musunuz Allah yedi göğü birbiriyle nasıl uyumlu yaratmıştır? Ayı o yedi gökte bir ışık, güneşi de ışık kaynağı yapmıştır.” (Nuh, 15-16)

Ayette bahsedilen “yedi gök” ifadesindeki yedi sayısının muayyen bir adedi değil çokluğu ifade ettiği yönünde yorumlar yapılmaktadır. Bu yorumları isabetli olarak kabul edebiliriz, üstelik bu tür ifadelerin çokluk bildirmek için kullanımı Arap diline has da değildir. Bu durumda ayet; göğün, daha somut ifadeyle atmosferin -çünkü ayette yedi göğün, Ay’ın aydınlattığı alanda yer aldığı ifade ediliyor- tek bir yapıya sahip olmayıp farklı katmanlardan oluştuğunu anlatmış olur. Yani altı katman da olsa yedi ya da daha fazla katman da olsa Kur’an’ın ifadesi doğrudur. Bugünkü bilimsel verilerle baktığımızda atmosferin altı veya yedi katmanından bahsedildiğini görürüz. Bu sayılar Kur’an’daki hakikat ile uyum içindedir.


Bilime göre Atmosfer’in altı temel, bir de ara katmanı vardır:

1. Troposfer:

Troposfer, Dünya'da nerede olduğunuza bağlı olarak 8 ile 14 kilometre arasında bir kalınlığa sahiptir. Kuzey ve Güney Kutbu'nda en incedir.

Bu katmanda soluduğumuz hava ve gökyüzündeki bulutlar bulunur.

2. Stratosfer:

Bu katman 35 kilometre kalınlığındadır. Stratosfer, çok önemli ozon tabakasının bulunduğu yerdir. Ozon tabakası bizi Güneş’ten gelen ultraviyole ışınlarından (UV) korumaya yardımcı olur. Aslında ozon tabakası, Güneş’in bize gönderdiği UV ışınların çoğunu emer. Yaşam, bu koruma katmanı olmadan mümkün olmazdı.

3. Mezosfer

Mezosfer, termosfer ile stratosfer arasında yer alır. "Mezo" orta anlamına gelir ve bu tüm gazların karıştığı en yüksek katmandır. Mezosfer 35 kilometre kalınlığındadır. Hava incedir, bu yüzden mezosferde nefes alamazsınız. Ancak bu katmanda, termosferde olduğundan daha fazla gaz vardır.

Atmosferimize giren meteorlar mezosferde yanar. Ekzosfer ve termosfer katmanlarda fazla hava olmadığı için meteorlar çok fazla sorun yaşamadan bu katmanlardan geçerler. Ancak mezosfere çarptıklarında sürtünmeye ve ısı oluşturmaya yetecek kadar gaz vardır.

4. Termosfer

"Termo" ısı anlamına gelir ve bu katmandaki sıcaklık 2000 dereceye kadar ulaşabilir. Yine de termosferde vakit geçirecek olsaydınız çok soğuk hissederdiniz çünkü bu katman ısıyı size iletecek yeterli gaz molekülüne sahip değildir. Bu aynı zamanda ses dalgalarının geçmesi için de yeterli molekül olmadığı anlamına gelir. Dünya atmosferinin bu katmanı yaklaşık 513 kilometre kalınlığındadır. Atmosferin iç katmanlarından çok daha kalındır, ancak ekzosfer kadar kalın değildir. Termosfer, Dünya'nın etrafında dolanan Uluslararası Uzay İstasyonuna ev sahipliği yapmaktadır. Burası aynı zamanda düşük Dünya yörüngesindeki uyduları bulacağınız yerdir.

5. İyonosfer

İyonosfer ilginç bir katmandır. Mezosfer, termosfer ve ekzosfer ile örtüştüğü yerler vardır. Atmosferin çok aktif bir parçasıdır ve güneşten aldığı enerjiye bağlı olarak büyür ve küçülür. Adı, bu katmanlardaki gazların Güneş’ten gelen ışınımlar tarafından uyarılması ile oluşmuş elektrik yükü olan iyonlardan gelmektedir. İyonosferin parçaları, Dünya'nın manyetosferi ile örtüşür. Bu, Dünya'nın etrafındaki yüklü parçacıkların Dünya'nın manyetik alanını hissettiği alandır. İyonosferde, yüklü parçacıklar hem Dünya'nın hem de Güneş’in manyetik alanlarından etkilenir. Auroraların gerçekleştiği yer burasıdır. Bunlar, bazen Dünya'nın kutup bölgelerine yakın yerlerde görünen parlak, güzel ışık şeritleridir. Güneş’ten gelen yüksek enerjili parçacıkların atmosferimizin bu katmanındaki atomlarla etkileşime girmesinden kaynaklanır.

Manyetosfer, iyonosferin üzerindeki alandır ve uzaya doğru binlerce kilometre uzanır. Manyetosfer, Dünya'yı, Güneş rüzgarlarından gelen zararlı yüklü parçacıklardan ve kozmik ışınlardan korur. Bu zararlı ışımalar normalde Dünya'yı zararlı ultraviyole ışınlardan koruyan ozon tabakasını da içinde bulunduran, atmosferin üst tabakasını yok edebilecek kadar zararlıdır. (Vikipedi)

Bu katmana “mıknatısküre” ya da “çekimküre” de denilmektedir. Yeryüzü yoğun bir radyasyon alanıyla kaplı olup bu radyasyon alanına Van Allen Alanı adı verilmektedir. Van Allen alanı iki kuşağa bölünmüştür ve Dünya'yı tümüyle çevrelemez. (Vikipedi)

6. Ekzosfer

Ekzosfer, atmosferimizin en dış tabakasıdır. Bu katman atmosferin geri kalanını uzaydan ayırır. Yaklaşık 10.000 kilometre kalınlığındadır. Neredeyse Dünya'nın kendisi kadar geniştir. Ekzosfer, hidrojen ve helyum gibi gazlara sahiptir fakat bunlar çok yayılmışlardır. Arada çok fazla boşluk vardır. Nefes alacak hava yoktur ve çok soğuktur.


Ay ve Güneş’in ışığı

Nuh suresindeki yukarıdaki ayette Ay’ın ışığı ile Güneş’in ışığı arasında bir ayrım yapıldığını gördük. Ay’dan “nur” diye bahsedilirken Güneş’ten “sirâc” diye bahsedildi. Arap dilinde “sirâc” kelimesi “yağla beslenen fitilin tutuşturulması ile etrafı aydınlatan ışık kaynakları” kastedilirken “nur” kelimesiyle sadece “bir yerden yayılıp görmeye yardım eden ışık” kastedilir. (Bkz. El-Müfredat, Rağıb el-İsfehani, Mektebetü Nazar Mustafa el-Baz, سرج ve نور maddeleri, s. 303, 658 )

Kur’an’ın indiği dönemde bilinmesi pek mümkün gözükmeyen Ay’ın ışık kaynağı olmadığını, en azından Ay ışığı ile Güneş ışığı arasında yapısal bir farkın bulunduğunu açıkça belirten bu ayet, Ay’ın aydınlığı ve Güneş’in aydınlatıcılığı altında yaşayan insanları gök cisimlerini araştırmaya sevk etmektedir.

Ayın dünyaya gönderdiği ışığın esası güneş ışığıdır; güneşten aldığı ışığı çok kötü bir ayna gibi yansıtır ve yeryüzüne kadar gelen ışık ay üzerinden yansıyan güneş ışığının ancak % 7’sidir. Ay gökyüzünde ince bir hilâl şeklinde gözlendiği zaman tamamen karanlık görülmesi icap eden kısmın çok zayıf da olsa bir ışıkla aydınlanmış olduğu sezilir. Kendisi bizzat ışık vermediğine göre bu ışık güneşin yere gönderdiği ve yerin ay üzerine yansıttığı ışıktan başka bir şey değildir. İslâm astronomlarının meşgul oldukları ay ile ilgili konulardan biri de güneşe bağlı olarak gözlenen ay ışığıdır. Bu konu ile özellikle XI. yüzyılın tanınmış bilim adamlarından İbnü’l-Heysem (ö. 1039) ilgilenmiş ve bulduğu sonuçları Fî Ḍavʾi’l-ḳamer (Haydarâbâd 1357, Mecmûʿu’r-resâʾil’i içinde) adlı eserinde açıklamıştır. Bu risâle sahasının en önemli eserlerinden biridir ve bütün Orta Çağ boyunca büyük ilgi görmüştür.” (DİA, “Ay” Muammer Dizer)


Evrenin Genişlemesi

وَالسَّمَاءَ بَنَيْنَاهَا بِاَيْدٍ وَاِنَّا لَمُوسِعُونَ ﴿الذاريات: ٤٧﴾ص

Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz biz genişletmekteyiz.” (Zâriyat, 47)

1929’da Amerikalı Astronom Edwin Hubble, kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken yıldızların ve galaksilerin sürekli olarak birbirlerinden uzaklaştığını keşfetti. Her şeyin sürekli olarak birbirinden uzaklaştığı bir evren ise, sürekli genişleyen bir evren anlamına gelmekteydi. Evrenin genişlemekte olduğu, ilerleyen yıllardaki gözlemlerle de kesinlik kazandı. Böylece Kur’an’ın bir ayeti daha bilim tarafından keşfedildi.


Korunmuş Tavan

وَجَعَلْنَا السَّمَاء سَقْفًا مَّحْفُوظًا وَهُمْ عَنْ آيَاتِهَا مُعْرِضُونَ (الأنبياء : 32)

Gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise, gökyüzünün işaretlerine sırt çevirmektedirler.” (Enbiya, 32)

Dünya’nın atmosferi bizi sıcak tutar, nefes almamız için oksijen verir ve aynı zamanda yağmur, kar gibi hava olaylarının gerçekleştiği yerdir.

Atmosfer, gezegenimizi bir portakal kabuğu gibi çevreler. Ama her yerde aynı değildir. Farklı niteliklere sahip değişik katmanları vardır.” (https://tua.gov.tr/tr/blog/dunya/dunya-nin-atmosferi-ve-katmanlari)

Atmosfer, yer küreyi güneşten gelen zararlı ışınlardan, uzaydan gelen meteorlardan korumaktadır.


Anne Sütü

وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ اَوْلَادَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ اَرَادَ اَنْ يُـتِمَّ الرَّضَاعَةَ (البقرة : 233)

Emzirmeyi tamamlamak isteyen için analar çocuklarını tam iki yıl emzirirler.” (Bakara, 233)

وَوَصَّيْنَا الْإِنسَانَ بِوَالِدَيْهِ حَمَلَتْهُ أُمُّهُ وَهْنًا عَلَى وَهْنٍ وَفِصَالُهُ فِي عَامَيْنِ أَنِ اشْكُرْ لِي وَلِوَالِدَيْكَ إِلَيَّ الْمَصِيرُ (لقمان: 14)

Biz insana anne babasıyla ilgili öğütler verdik. Annesi, güçten kuvvetten düşerek onu karnında taşımıştır; çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bunun için (ey insan), hem bana hem anne babana minnet duymalısın; sonunda dönüş yalnız banadır.” (Lukman, 14)

Anne sütünün önemi günümüzde iyice anlaşılmıştır. Tıp uzmanları bebeklerin ilk 6 ay sadece anne sütüyle beslenmesinin çocuğun sağlığı üzerinde çok önemli olumlu etkilerinin olduğunu belirtmektedirler. Altıncı aydan sonra ek gıdalar verilmekle birlikte çocuğun iki yaşına kadar emzirilmesinin hem çocuk hem de annenin biyolojik ve psikolojik sağlığı bakımından önemli olduğunu belirten sağlık uzmanları, iki yaşından sonra da emmeye devam eden çocuklarda bazı sorunlara yol açabileceğini ifade etmektedirler. Kur’an’ın birden fazla ayetiyle emzirme için süre belirttiğini yukarıda gördük.

2 yaşından sonra emzirme bebeğin süt dişlerinin aşınmasına ve bebekte yeme, çiğneme gibi sıkıntılara sebep olabiliyor. Bebeğin anneye olması gerekenden fazla bağımlı olmasına sebep olabilir. Bu durum ise bebeğin ileride karakterinin oluşmasını ve bebeğin becerilerinin gelişmesini olumsuz etkileyebiliyor.” (Beyza Uyan, Beslenme ve Diyet Uzmanı, bebek.com; https://www.memorial.com.tr/saglik-rehberi/uzun-sureli-emzirme)


Son söz

İslam dışındaki dinlerle bilim çelişebilir; çünkü bu dinler, ya bir zamanlar Allah tarafından gönderilmiş hakiki dinler iken sonraları insanlar tarafından tahrif edilerek saflığını kaybetmiş veya tamamen insanlar tarafından geliştirilmiş inanç sistemleridir. Böyle inanç sistemlerinin içinde hurafe ve batıl inançların bulunması kaçınılmazdır ve bunlar bilimsel gerçeklere ters düşebilir. Ancak İslam, Allah’ın yeryüzüne gönderdiği son dindir, onun kutsal kitabı tahriften korunarak bugüne kadar gelmiştir.

Tefekkür etmeyi ibadet kabul eden İslam’ın kutsal kitabı Kur’an; pek çok ayetiyle düşünmeyi, araştırmayı; evrendeki varlıkları, olayları ve kanunları incelemeyi emretmekte; aklını kullanmayanları hayvanlara benzeterek aşağılamaktayken İslam özelinde dinin bilime karşı olduğunu iddia etmek, bilimsel düşünceyle taban tabana zıt olan ön yargıdan başka bir şey değildir.

Kur’an bilimi teşvik etmekle de kalmamış, on dört asır önce Arap yarımadasında yaşayan ilk muhataplarının yadırgamayacakları, o günün bilgi birikimiyle yüzeysel de olsa anlaşılabilecek bazı bilimsel gerçeklere temas da etmiştir. Teori seviyesini aşıp kesinlik kazanmış hiçbir bilimsel gelişme ile Kur’an arasında çelişki bulunamaz. Eğer çelişki var gibi gözükürse ya bilimsel sonuçta hata vardır, araştırılmaya devam edilmelidir ya da Kur’an ayeti yanlış anlaşılmaktadır. Çünkü evrendeki kanunlar Allah’ın birer ayetidir, tıpkı Kur’an ayetleri gibi.

Kur’an bir bilim kitabı değildir. O; inanç, ibadet, ahlak, öğütler, psikolojik ve sosyolojik ilkeler, geçmiş milletlerin ibretli haberleri; erdemli bireyler, huzurlu aileler ve toplumlar inşa etmek için gerekli olan prensipleri ihtiva eden bir hayat rehberidir.

Hal böyleyken İslam’dan nefret eden, Kur’an’ı belki tercümelerinden okumuş veya okumamış olan, onun orijinal dilinin tamamen cahili olup meseleye sırf ön yargıyla, hatta düşmanlıkla yaklaştığı halde kendisini bilim insanı zanneden kimi zevatın, bilimin dibine kadar inmiş ve Kur’an’ı da çok iyi biliyormuş gibi İslam ile bilimi kıyaslamaya kalkmalarının hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Ve Müslümanların geri kalmasının sebebini İslam’da aramak da beyhudedir. Çünkü bugünkü Müslümanlar; asırlardan beri sadece adları Müslüman olanların kötü birer taklitçisidir, ne bilgi kaynakları ne eğitimleri ne ahlakları İslam kaynaklarından beslenmemektedir. Hele ülkemizin her alanda geri kalmasının faturasını İslam’a kesmeye çalışmak tam bir pişkinliktir, zira en az bir asırdan beri bu topraklarda İslam yoktur. Okullar laik, üniversiteler laik, basın yayın organları dinsiz, ekonomi laik, edebiyat ve sanat dinsiz, bilim insanları dinsiz olarak çalışıp durduğu halde hiçbir olumlu gelişme elde edememişlerdir. Ve sanki her alanda İslam hakimmiş de bu yüzden geri kalmışız gibi kendi başarısızlıklarını İslam’ın suçu gibi lanse etmeye çalışanlar, hem tembel ve başarısız hem de iftiracıdırlar.