20 Aralık 2022 Salı

ÜRETMEK

 İnsanı hayvandan ayıran şey nedir?

Akıl mı?

Evet dersek akıldan yoksun olan insanları hayvan kabul etmemiz gerekir.

Konuşmak mı?

Konuşamayan insanlar var.

Düşünmek mi?

Düşünemeyen insanlar var. Düşünebilen hayvanlar var.

Düşünürler düşünmüşlerdir, düşüneceklerdir bundan sonra da. Hepsinin ittifak ettiği bir sonuca ulaşmışlar mıdır, ulaşılabilir mi, bilmiyorum.

Bana göre, insanı hayvandan ayıran şey, üretebilme yeteneğidir. İnsan; konuşurken, düşünürken, inşa ederken, en temel biyolojik gereksinimlerini karşılarken hep bir üretim içerisindedir. Nitelik ve nicelik yönünden bilinçli ve iradeli değiştirir, geliştirir. İyileştirse de kötüleştirse de bilinçli ve iradeli yapılan bu fiilleri üretim kabul edebiliriz.

İradeli olmayı da insanı hayvandan ayıran vasıf olarak düşünebiliriz belki, ancak bütün hayvanların fiillerini iradesiz yaptıklarını iddia edebilecek bir veriye sahip olunduğunu sanmıyorum. 

İnsanı hayvanlardan ayıran farkı, somut düzlemde ele alıp bir kelimeyle ifade edersek sanırım doğru sonuç; "üretmek" olacaktır.


ADALET

Adalet; mülkün, yani devletin/egemenliğin temeli. Adalet; bütün varlıkların, kâinatın, en az en temel ihtiyaçları kadar muhtaç olduğu şey.

Adalet, dengede duran terazi ile simgelenir.

Bir kefeye suçu, diğerine cezayı koyunca; bir kefeye davacı, diğerine davalıyı koyunca; bir kefeye zalimi, diğerine mazlumu koyunca dengede duran terazi, adaleti temsil edebilir.

Bir suç için öngörülen yahut bir suçluya hükmolunan ceza, suça/suçluya hafif geliyorsa topluma/mağdura adaletsizlik yapılmış; ağır geliyorsa suçluya adaletsizlik yapılmış olur. Suçlular, zalimler, caniler hakkında da adaletten sapılmamalıdır. 

Kim olursa olsun bir kişi lehine veya aleyhine adalet terazisinin bir milim bozulması, toplumun adalet dengesinin altüst olması sonucunu doğurur.

Adalet, herkese hayat bahşeden bir iksirdir. Bu iksirden; kendilerini ayrıcalıklı gören, ayrıcalıklı olmak isteyenler rahatsız olur. Herkesin bu iksirden içememesi için de bu kişiler / müesseseler musluğun başını tutarlar, dilediklerine açar, dilediklerine kısarlar.

Kanunlar karşısında herkesin eşit olması veya kanunlarda öngörülen cezaların suçlarla ilişkilendirilirken adaletin gerçekleştirilmesi, adaleti gerçekleştirmek için yeterli değildir. Yani hâkimlerin, mahkemelerin âdil olması yetmez; kanunların adaletli olması gerekir. Kanunların adaletli olması, adliye teşkilatının adaletli olmasından da önceliklidir. 

Hakimler, savcılar... terazidir; kanunlar kefeye konan ağırlık ölçüleri. Ölçüler doğru olursa terazideki kusurlara rağmen adalet sağlanabilir. Ama ölçü birimi bozuksa hangi teraziyle tartarsanız tartın doğru sonuca ulaşamaz, doğru tarttığınızdan asla emin olamazsınız. 

Kısacası adaletin iki unsuru var: kanunlar ve hakimler.

Hakimleri, adalet duygusu ve vicdan sahibi, dürüst kimselerden seçer; bu erdemlere muhalif davrananları bertaraf edersek işin bu basit unsurunu tahakkuk ettiririz.

Adil kanunlar ise ancak ve ancak insan üstü bir irade ile gerçekleşebilir. İnsan; kendisi için iyilikleri, faydaları elde etmek uğruna bütün hayatını harcayan varlık, kendisine, yakınlarına en ufak bir zararın dokunmasını istemeyen varlık... meşruiyyetini sadece insandan alan, tamamen insana dayanan kanunlar yaparken gerçek bir adaleti ne kadar gözetebilir ki?

Herhangi bir suçun, bugün ve gelecekte, toplumun bütün katmanlarında, hayatın bütün alanlarında hangi etkilere ve ne ölçüde sebep olacağını kestirmesi asla mümkün olmayan bir insanın yaptığı kanunlar manzumesine adalet tesmiye eylemek büyük bir iddia olmaz mı?

Aynı suça dün başka, bugün başka bir ceza vermek, caydırıcı olmazsa yarın başka bir ceza koymak; yani adaleti oyuncağa, adliyeyi deneme yanılma meydanına çevirmek akla ve mantığa muvafık mıdır?

Allah'ın koyduğu kanunları beğenmeyen, kendisi kanun yapmaya yeltenen insan; kime kafa tutmakta, kendini ne zannetmektedir? Bir ya da birkaç, isterse onlarca, yüzlerce olsun, insan; diğer insanları yargılayacak kanunlar koyma yetkisi kimden ve nereden alıyor? Bazı fiilleri suç sayarken neye dayanıyor, suçların cezalarını nasıl belirliyor? 

Doğuştan insan olmayana insan demekle insan olmadığı gibi Allah'ın "adil hüküm" olarak indirmediğinin adını adalet koymakla da adalet olmaz.  

SAYAÇ

İnsan, doğduğu anda bir sayaç geri saymaya başlıyor. Kimi bilgisayar oyunlarındaki gibi kişinin başının üstünde gözükebilen, enerjisinin/ömrünün ne kadar kaldığını gösteren türden bir sayaç bu da.

Dünya hayatı da zaten bir oyundan ibaret değil mi?

Oyundaki kişiler sayaçları göremiyor fakat. Her kişinin tüketilmek üzere sayacına yüklenen süre farklı. Tıp, biyoloji, fizik, matematik ve konuyla uzaktan yakından ilgisi bulunan bütün bilimler kafa kafaya verseler yeni doğan bir bebeğin ömür sayacının geri sayıma kaçtan başladığını hesaplayabilmek imkânına sahip değiller.

Bebek ilk nefesini aldığında, aylardır onu beklemekte olanlar birbirlerini müjdelerken yeni doğanın başının üzerindeki görünmez ömür sayacı geri sayıma başlamış oluyor. Saniye hanesi geri sayarak dakika hanesini, o da bir önceki haneyi eritiyor. Sayaç gece gündüz çalışıyor, her bir hane nefes nefes bir büyüğünü tüketiyor.

Bilgisayar oyunlarında eksilen ömre, puan toplayınca ya da bazı şeyleri başarınca ilaveler yapılabiliyor. Dünya oyununda da böyle şeyler oluyor mu, göremiyor; bilemiyoruz. Sadakanın, akrabalarla iyi ilişkileri sürdürmenin ömrü uzatacağını haber veriyor Allah Elçisi. Bu bir nicelik artışı mıdır, nitelik artışı mıdır? Bilemiyoruz. Nicelikte artış olsa bile “Ne kadar kalmıştı sayacımızda, ne kadar artış oldu?” En ufak bir tahminde bulunmak bile mümkün olmuyor.

Aynalara her baktığımızda saçlarımızı, yüzümüzdeki günden güne belirginleşen kırışıkları görebildiğimiz gibi görebilseydik sayaçlarımızı da yahut ara sıra sorgulama imkânımız olsaydı kalan süremizi de tıpkı telefonlarımızda kalan dakikalarımızı sorgulayabildiğimiz gibi, yaşamımızda neler farklı olurdu acaba şimdiki durumumuzdan?

Sevinir miydik buna, üzülür müydük?

Hanelerimiz büyük rakamlarla doluyken kayıtsız davranıp sıfırlara yaklaştıkça da bunalımlara, korkulara düşer miydik mesela?

Bizim sayacımızda yıl hanesi dopdolu olsa bile sıfırlanmakta olan sevdiklerimiz nedeniyle her an ıstırap çekmez miydik?

Evlat hasretiyle yanan ebeveynin doğuma gün sayarken rakamlar küçüldükçe heyecanı, neşesi büyür. Ölüme gün saymak bunun aksidir mutlaka. Sayılar küçüldükçe yürekten kopan parçalar büyür.

İyi ki doğduğumuzda görebileceğimiz birer sayaç yaratmıyor bizimle birlikte Yaratıcı. İyi ki süreyi bilmiyoruz. Süreyi bilmiyoruz ama süreci biliyoruz, unutmamak gerek. Ölmeyecek gibi yaşamamak gerek. Sınırlı sermayeyi sınırsız ve sorumsuzca harcayamayız.

Farkında olsak da olmasak da, biz onu görmesek de bir yerlerde bize ait bir sayaç var, mütemadiyen geriye sarıyor, ömrümüzü geri saya saya tüketiyor. Bütün hanelerimiz sıfıra varmadan bir şeyler yapmak gerek. Yapmamız gereken ne ise onu yapmak gerek.

15 Aralık 2022 Perşembe

SOKAK KÖPEKLERİ

Herhangi bir varlığa, bir nesneye bizzat sahip olduğundan daha fazla önem vermek, günden güne kıymetini artırmak ve günün birinde kendisini o varlığa tapar halde bulmak; insanın en aptal taraflarından biridir.

İlk çağlardan itibaren putlara tapınan insanlar, hep bu yolu izlemiştir. Maddeyi kutsallaştıran; altına, inciye, elmasa kendi gücünün katbekat üstünde kıymet veren, sonra onlara kul köle olan, insanoğlunun kendisidir. 

Kıymet zannettiklerinin çoğu insanın, vehimlerden ibarettir.

Bugünün insanı da hayvanları kutsama yarışına girmiş durumda. Genel olarak hayvanlar, özel olarak köpekler, özellikle de sokak köpekleri; bugünkü insanın yarınki tanrısı olma yolunda belki köpeklik tarihinin şimdiye kadarki en mesut günlerini yaşıyor.

Allah'tan okuyucusu bulunan bir yazar değilim; yoksa daha ilk paragrafımı okumadan beni katil, cani ilan eder, yerin dibine sokarlardı. 

Hayvanlara uygulanan her türlü şiddeti, merhametsizliği elbette kınıyorum. Yeryüzündeki canlılara merhamet edenlere, Allah merhamet eder. (Tirmizi, Hadis no: 1924) Hayvanlara eziyet etmek şurada dursun; bitkilere, hatta cansız eşyaya bile insan nezaketle yaklaşmalıdır. 

İnsan, yeryüzünde Allah'ın halifesidir; şerefli, onurlu bir varlıktır. Tabiata, yeryüzündeki her tür varlığa karşı insana yakışır şekilde muamele etmelidir. Yeryüzü ve gökyüzü, insanla tanıştığı için memnun olabilmeli; hayvanlar, muhatap oldukları insanlardan insanlık görmelidir.

Böyle bir dünya, ancak insanın insan olabilmesiyle; biyolojik olarak insan olmanın ötesinde ahlakıyla da insan olabilmekle mümkün. 

İnsan neslinin tarihin belli dönemlerinde biraz biraz yaklaştığı bu hedefin bugün çok uzağında bulunuyoruz bütün bir insanlık olarak.

İnsan, insana acımıyor. İnsan; kendi evladına kıyıyor, öz annesini babasını katledebiliyor. Caniliğin en korkunç örneklerine, şiddetin en akıl almaz şekillerine tanık oluyor ve günden güne alışıyor, irkilme eşiğimiz yüksele yüksele duyarsızlaşıyoruz. 

Hayvanlar da nasibini alıyor elbette insanın canavarlaşmasından.

Ne var ki insan, yine insandır. İçinde potansiyel olarak insanlık bulunmaktadır. İnsan, evrendeki en mükemmel canlıdır. 

İki fayda birbiriyle çatıştığı zaman; büyük olanın, üstün olanın, zorunlu olanın öncelenmesi akıl, mantık ve adaletin gereğidir.

İki mefsedet çatıştığı zaman, hafif olanı irtikap edilerek büyük olanının önüne geçilmesi de yine aynı şekilde bir zorunluluktur.

Bitkiler canlıdır, ama yaşam hakkına hayvanlar kadar sahip değildir. Bitkilerin yaşamını kutsarsak hayvanları öldürmüş oluruz. 

Hayvanların hayat hakkı ile insanların hayat hakkı arasında bir çatışma meydana gelirse hayvanların hayatını korumaya çalışmak, insanın hayat hakkını elinden almak olur.

Bunları herkes bilir, kelime israf etmeye gerek bile yoktu.     

Gel gör ki bugünün dünyasında diğer pek çok adalet, akıl, mantık ve ahlak ilkeleri gibi bu en temel ilkeler de paramparça edildi. 

Hayvanlara şiddete karşı olduğumu, her türlü şiddeti kınadığımı; dertleri hayvan mayvan olmayan, belki öne çıkmak, görünür olmak, bir şeyleri protesto ederek rahatlamak, belki bazı menfaatler elde etmek yahut toplumda fesat çıkarmak olan ve asla hayvanları sevdiklerine inanmadığım sözde hayvan sever/insan sevmez örgütlerin şerlerinden korunmak için tekrar ediyorum. 

Belediyenin hayvan barınağında çalışan bir iki hayvan bakıcısı; köpeklere şiddet uygulamış, hayvanlardan biri ölmüş. Elleri kırılasıcalar, içinizde merhamet yoksa bırakın o işi. Ağızsız dilsiz hayvanlar, insanların çoğundan daha masumdur. Ananıza küfredemez, size hakaret edemez, sahtekarlık nedir bilmez onlar. Bu, işin bir tarafı.

Diğer tarafı ise barınakta çalışan bu insanların elleri kelepçelenerek itile kakıla emniyete götürülmeleri, hapse tıkılmaları, televizyonlarda adi, namussuz, katil muamelesine tabi tutulmaları da onların kabahatinden daha küçük değil.

Kabahatleri ne kadar kötü de olsa, insan öldürmüş değiller, namusa tecavüz etmiş değiller, uyuşturucu satmış değiller, askere polise silah sıkmış değiller. Kabahatleri ne kadar büyük olursa olsun hayvana karşı işlediği bir fiilden dolayı iki insanın onurunun kırılması, maddi manevi linç edilmeleri asla doğru olamaz. Belki çoluk çocukları, anne babaları var bu insanların. Eşinin dostunun gözleri önünde böyle aşağılanmayı hak etmiyor bu insanlar. İnsan öldüren (kadın öldürenler dışında) katillere reva görülmeyen uygulamayı bu insanlara reva görmenin gerekçesi nedir? Mağdurun köpek olması mı?

İşte insanın, köpekleri tanrı haline getirip onlara tapınmasının, onlara insanları kurban etmesinin görüntüsüdür bu.

Yaşadığım şehrin ara sokakları köpek pisliğinden geçilmiyor. Midesi bulanmadan bir insanın yolda yürümesi mümkün değil. Bütün köşe başları, çocuk parkları, kaldırımlar, otobüs durakları, dükkan önleri köpekler tarafından ele geçirilmiş durumda. 

Belediyeyi suçlamak kolay. Hatta en doğru (!) olanı da bu, belediye çalışanları da insan ya nihayetinde. Köpek pisliği temizlesinler gezip dolaşıp.

Belediye toplayıp barınağa koysun, otel yapsın köpekler için, karınlarını doyursun köpeklerin. İnsanlar, yiyecek ekmek bulamıyormuş, asgari ücretle çalışmak zorunda kalan babalar çocuklarına süt alamıyormuş, dar gelirlinin sofrasında et zaten bulunmuyordu, balık, tavuk da tası tarağı toplamaya başlamışmış... ne önemi var. Bulduğumuz parayı köpek mamasına yatıralım, köpekler yesin paramızı; aman sakın bir fakirin kursağına girmesin.

İnsanın insana yaptığı zulmü, ne hayvan insana yapmıştır ne insan hayvana.

Köpeklerin insanlara saldırması, yaralaması, öldürmesine ne mi diyeceğiz?

Tanrıların öfkesi...  

https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-41382817


9 Kasım 2022 Çarşamba

KRALLAR

Sebe' ülkesi kraliçesinin krallara dair vecize gibi bir sözünü Kur'an bizlere naklediyor: 

"Krallar (melikler) bir beldeye hâkim oldukları zaman oranın düzenini bozarlar, izzetlilerini zelil ederler." (Neml, 34. âyet)

Büyük bir hükümdarlık ve güçlü orduların sahibi olan Süleyman Peygamber, Kraliçe'ye bir mektup göndererek kendi egemenliği altına girmelerini istemişti (31. âyet).

Tâc u taht, mülk ü saltanat sahibi olmasına (23. âyet) rağmen Kraliçe Belkıs; devlet idaresinde sözü kanun, dediği dedik, çaldığı düdük olanlardan değildi. Yönetimde şura sistemini işletiyor, meclis üyelerine danışmadan karar almıyordu. (32. âyet)

Süleyman Peygamber'in mektubu üzerine de danışmanlarından fikirleriyle kendisine yol göstermelerini istedi. Onlar da "Bizler güçlü kuvvetli ve savaşçı kimseleriz. Emir senindir, sen ne dersen baş üstüne!" dediler (33. âyet). İşte tarihin bu noktasında bilge Kraliçe yukarıdaki genel kural sayılabilecek sözünü söyledi:

Krallar bir ülkede yönetimi ele geçirince oranın düzenini bozarlar, baştakileri ayağa düşürür, yerdekileri baş köşeye oturturlar.

Bu sözün doğruluğunu Kur'an'ın da onayladığı anlaşılıyor.

Bahse konu olan kral; adalet timsali, akıl, zekâ ve hikmetin zirvesi, en mühimi de Allah elçisi olan Süleyman aleyhisselam olsa bile bu kaidenin istisnası olamıyor.

Krallar, sözünün üstüne söz edilemeyenler; egemen olunca mutlaka bozarlar, dağıtırlar; yukarıdakileri aşağı indirir, aşağıdakileri yukarı çıkarırlar.

Adil krallar vardır; zulüm düzenini bozarlar, hakları olmadığı halde tepe noktalara çıkmış, layık olmadıkları koltuklara kurulmuş olanları yerlerinden indirir, çalıntı rütbeleri söker, aşırılmış unvanları çekip alırlar. 

Emanetleri gâsıplardan alıp hak sahiplerine, ehil olanlara verirler.

Haksız yollardan servet yığmış olanları, ekmeğe muhtaç hale getirebilirler.

Kralların bazıları zalimdir; yönetimini ele geçirdikleri ülkelerde düzeni bozar, izzet ve şeref sahiplerini mahrum ederken ayak takımı rezillerini yüksek konumlara getirirler.

Gıdayı, ürünleri, tarımı, tabiatı bozarlar. Nesilleri, sağlığı, ahlakı, eğitimi, çalışma düzenini bozarlar. 

Adaleti bozarlar; haksızlık, rezillik ve ahlaksızlıkları güvence altına alırlar. Onların saltanatında caniler, hırsızlar, arsızlar meydanlarda güven içinde fink atarken namuslu ve edepli insanlar günbegün daralan emniyet çemberinde sıkışıp kalırlar.

Vatanın iş bilen, çalışkan, dürüst evlatları olabildiğince haklardan, rütbelerden, mevkilerden mahrum bırakılırken memleketin en sahtekar, en menfaatperest, en beceriksiz, en cahil, ama en dalkavuk kimseleri basamakları beşer onar tırmanıp yüksek yüksek mevkilere konarlar.

Yedi göbek eli iş tutmamış, sofrası katık görmemiş, yakasından bit eksilmemişlerin varisleri; şirketler, holdingler sahipleri olurlar.

Krallar...

Değişirler, değiştirirler; yerleşir, yerleştirirler; alırlar ve verirler.

Krallar olur, hep olur...

İyileri olur, kötüleri olur...

7 Kasım 2022 Pazartesi

UÇAN BALON

Uçan balon aldınız mı hiç çocuğunuza? Uçan balona para vereniniz var mı? Yoktur elbet. Ben verdim, diye itiraz etmeye yeltenenler de, sanırım, balonun uçanına değil, uçabilecekken uçamayanına vermişlerdir paralarını. Zira hangi çocuk uçup giden balonla sevinir ki? Gökyüzünde uçan bir balonu hangi çocuk kendisinin sayar ki? 

Bir kelimeye takılıp kalmaktan ibaret değildir iddiam. İnsanız ve böyleyiz işte… 

Özgürlüğüne üç beş lira öder alırız; ipini elimizde tutar, uçmasına mani oluruz ve adını da “uçan balon” koyarız. Bu bizi mutlu eder de yeryüzünden uçan milyonlarca su buharının bir araya gelip pamuk şekeri gibi gök kubbemizde rahmet eseri olarak durması bir şey ifade etmez bize. Yokluğunda acizliğimizi anlayınca belki çevirir avuçlarımızı toprağa, dualar ederiz; ama varlığına şükrümüz, sanatına hayranlığımız o ölçüde olmaz hiç.

Tıpkı kuşlar gibi… uçmayan, uçamayan kuşlar gibi…

Semamız kuşlarla dolu; uçabilen, uçan, çeşit çeşit, renk renk kuşlar… Hiçbirine para ödemeyiz. Kaldırıp başımızı bakmayız bile yaz akşamlarında gökyüzünde raks eden kırlangıçlara, harman edilmiş ekin tarlalarına sürüler halinde konan yabanî güvercinlere, kavakların tepelerini karaya boyayan karagalara…

Tekke Camiinin kubbesindeki ottan çöpten yuvasına, farkına vardığımızdan belki günler önce gelip yerleşmiş olan leylekler; baharda beriye, güzde öteye seyahatler tertip eden yaban kazları; kafesimize hapsettiğimiz zavallı kuşlar kadar sevindirmiyor bizi. Sevmiyoruz hür olanları, bizim olmayanları… yem vermiyoruz onlara bizim olmadıkları, hiç kimsenin olmadıkları için; hepimizin oldukları halde.

Çiçekler…

Tabiat halısının üstüne renk renk, desen desen nakışlar  halinde Yüce Yaratıcının serpiştirdiği çiçekler bizden değildir bize göre; yabanîdir. Toplanıp bir saksıya dolmadıkları, kökünden kopup bir vazoya konmadıkları ya da çitlerle çevirdiğimiz topraklarda mahpus olmadıkları için bizim değillerdir. Köklerini erişebildikleri kadar salabilecekleri bir toprağın evladı olduklkarından, havadan dilediklerince teneffüs edebildiklerinden, hür olduklarından onların bakımını yapmaz, kurak havalarda bir kova su ile imdatlarına koşmaz, tatile giderken komşuya emanet etmez, eğilip koklamaz, derip sevdiklerimize götürmeyiz. Para saymaz, paha da biçmeyiz yabanî çiçeklere, bedavadır hepsi.

Ama belki de onlar, karada ve denizde; hatta havada insan eliyle meydana gelen fesattan uzak kaldıkları için mutludurlar. Belki de özgürlüğün tadını sürmektedirler.

DOLMA KALEM

 Sözde tükenmez kalemler yazı âlemini ele geçirince dolma kalemler, nesli tükenmekte olan kuşların kaderine mahkûm oldu. Nadide koleksiyonlarda, bazen özel hediye kutularında yahut tevellüdü, zihni, zevki geçen asırda kalmış bir azınlığın çekmecelerinde kıt miktarda dolma kalem; milli parklarda nesli korunmaya çalışılan kuşlar gibi ömür sürüyor.

Dolma kalemleri kitabet meydanında kolay kolay göremiyoruz, milli parklarda meskun kuşları semalarımızda kanat çırpar halde göremediğimiz gibi.

Mühim anlaşmaların, kıymetli evrakların altına büyük imzalar, pahalı olsa bile tükenen, dönek kalemlerle atılıyor. Zamane şair ve yazarları kitaplarını çöpe atılacak kalemlerle imzalıyorlar.

Onlar da haklılar... Zaman tüketim zamanı, tükenme zamanı... Tükendikçe doldurulan, uzun yıllar çöpe gitmeyen, nesiller boyu yaşayabilen bir eşyaya hangi üretici tahammül edebilir ki...

Yazının kıymeti kaldı mı ki yazanın kıymeti olsun? Sevdiklerimize mektuplar yazmaya devam etseydik, belki o mektupları yazan kalemlerin de hatırını sayar; sevdiklerimizden gelen mektupları muhafaza ettiğimiz gibi mektuplarımızı yazan kalemleri de hatıra olarak saklamak isterdik.

Çöplük çağında yaşıyoruz; her nesnenin çöpe atılabildiği, yapılan her şeyin nihayetinde çöpe atılmak için yapıldığı, atmadığınız eşyalar sebebiyle evinizin "çöp ev" kabul edildiği bir çağ...

Kalem tüketilip, kağıt buruşturulup atılmak için...

Yazının kıymeti yok, kâğıdın kıymeti yok. İnsanlar ellerinin ve ağızlarının bulaşığını kâğıtlara silmeye, kâğıdı en fazla tuvaletlerde kullanmaya başladıklarından bu yana; para, çek, senet, tapu [kıymetli (!) evrak] olma talihine (!) erişemeyen kâğıtlar paspas gibi çiğnenmekten kurtulamadı.  

Tüketmeyi seviyoruz. Bir giydiğimizi bir daha giymek mutlu etmiyor; ölünceye kadar aynı eşyalarla yaşamak öldürüyor bizi. Ne kadar çok eşya öldürürsek o kadar çok yaşadığımızı mı sanıyoruz acaba?

Biz böyleyiz. Bizim gibiler dolma kalemleri sevemez. Çünkü onların sevmediğimiz huyları var.

Boşaldıkça doldurmak gerek onu, böyle zahmetlere katlanamayız biz. 

Uzun yıllar kullanınca hafıza kesilecek başımıza; geçen günleri, günlerin geçtiğini, hayatın gittiğini hatırlatacak, canımızı sıkacak; taşıyamayız onu biz. Gün bugündür, önümüze bakarız biz. Sadakat, vefa... eskilerin hisleri... Sürekli değiş, sürekli değiştir... Aynı adamla ömür mü geçer kız?..

İkiyüzlülük, döneklik kötü huylardır; ama muhataplarımızda olursa. Bizde olursa ilm-i siyaset olur. Duruma göre dönmeyi, kabına göre şekil almayı aklın gereği, uyanık adamın vasfı biliriz biz. Onun için belki de 360 derece döne döne yazabilen kalemleri daha iyi benimsedik. Sadece doğru açıyla tutulunca yazan dolma kalemlerin dürüstlüğü bizi rahatsız etti. Ters yüz ettiğimiz değerlerin, fıtratımızdan uzaklaşmamızın, tükenmekte oluşumuzun azabını can çekişen vicdanlarımıza duyurdu belki. 

Bunların hiçbiri değil... Abartıyorum belki...

Dolma kalem, eziyetli iş. Kim uğraşacak onunla?.. Mürekkep doldururken ellerin kirlenir, hem bazen mürekkep akıtır dolma kalemler, çantanı kirletir, elbiseni mahveder.

Doğrudur, dolma kalemler bazen mürekkep damlatır gözyaşı gibi. Ağlar belki de... Sebebini bilemem ama dolma kalemlerin akıttığı yaşlar elinizi, elbisenizi boyayabilir fakat -emin olun- kirletmez.   

1 Kasım 2022 Salı

SEN ADAM OLURSUN

Meşhur hikâye:

Adam, oğluna hep dermiş ki "Sen adam olmazsın."

Oğlu okumuş, vali olmuş; adam göndermiş, babasını aldırıp getirtmiş makamına. 

Çocukluğunda kendisini aşağılayan babasının kehanetinin tutmadığını bir de söz ile yüzüne vurmak için buyurmuş ki vali bey:

"Sen bana hep 'Adam olmazsın.' diyordun ya, bak işte ben vali oldum." 

Valinin tahsilsiz babası taşı gediğine koymuş:

"Oğlum, ben sana vali olamazsın, demedim ki; adam olamazsın, dedim."

Bu ibretlik hikayeyi bilmeyen yok gibidir ve hemen herkes babanın bu hikmetli (!) ve müskit cevabına hak verir.

Diploma sahibi olmakla karakter sahibi olmak, vali olmakla adam olmak aynı şeyler değil elbette. Oğulun vali olabilmesine rağmen adam olamadığı ortada. Yoksa babasını huzuruna getirtmek gibi bir edepsizlik eder miydi? Çocukluğunda kendisini aşağılamış, adam yerine koymamış, kendisine şefkat, merhamet ve anlayışla yaklaşmamış olmasına rağmen kendisi babasının ayağına gider; yine elini öper, yine saygıda ona kusur etmezdi.

Neticede baba haklı çıktı, oğul vali oldu ama adam olamadı.

Valiyi bir kenara bırakıp gelelim onun adam olmamasının müsebbibi babasına...

Atalarımız "Bir kimseye kırk gün deli dersen deli, veli dersen veli olur." demişler. Acaba bizim valimiz de çocukluğunda babasından sürekli olumsuz telkin aldığı için adamlığa erememiş olabilir mi?

Çocuk, babasının kendisi hakkındaki sözlerine inanmış ve bu kocaman insanı haklı çıkarmak için çabalamış ve bunu başarmış olamaz mı yahut?

Ya da babanın oğlu hakkında vird edindiği "adam olmazsın" sözü dua olup Allah’a yükselmiş olamaz mı?

Çocuğun bütün yaramazlıklarına, aksiliklerine rağmen baba şefkatle, sabırla, inatla "Oğlum, sen iyi adam olacaksın." diyebilseydi belki yine haklı çıkacaktı. Buna rağmen çocuk yine de adam olamamış bir vali olsaydı babanın ne kaybı olurdu? 

Kötüyü çağırıp kötüye sarılmak, iyiyi çağırıp da iyiye kavuşamamaktan daha mı az acı verir?

Hüsn-ü zanda hata etmek, su-i zanda isabet etmekten daha evla değil midir?

Valinin babası keşke bu kadarcık hikmete sahip olsaydı...

Onun olumlu telkinleri belki oğlunu iyiye ve doğruya sevk edecekti.

Belki her şeye rağmen ısrarla tekrarlanan "Benim oğlum iyi adam olacak." sözleri çocuğun gönlüne tesir etmese bile icabet vaktine denk gelen dua olacaktı.

Şair Arif Nihat Asya ne güzel söyler:

Hastalık, sevgisizlik, öksüzlük...

Neler geçirdim ben!

Çıkabilseydi bir "güzel" diyecek

Güzelleşirdim ben.


29 Eylül 2022 Perşembe

HÜRRİYET

 Hürriyet, engel olabilmektir. 

Bir alan'a sahip olmak, bu alanda istediği gibi hareket edebilmek özgür olabilmek için yeterli değildir. Kendi alanı etrafına sınırlar koyup başkalarının bu sınırları geçmesine izin vermemek, hürriyettir.

Çölde yaşayan, sınırlara sahip olmayan göçebeler için tam bir hürriyetten bahsedilemez. Onların geniş sahralarda keyiflerince gezebilmeleri, özgürlük için yetmez. Çünkü onlar aslında başkasına yahut herkese ait bir alanda gezer durular. 

Hürriyet, kendi toprağını diğerlerinin toprağından ayıran sınırlara sahip olanlar için söz konusu olabilir.

Dine olan hıncını elbiseden çıkaran ve açıldıkça açılan bir kadın, özgür değildir. Sınırları yoktur onun, çölde dolaşan bedeviler kadar özgürdür ancak. Gözlerin kendi bedeninde dolaşmasına engel olamıyordur çünkü. 

İstemediği gözlerin, kendi bedeni üzerinde bakışlarıyla tasarrufta bulunmalarına tesettürle set çekebilen bir kadın, gerçekten hürdür. 

Hürriyet, kayıtsız olmak değildir. Bağımsız olmak, hür olmak değildir. Bağımsız bir varlık da yoktur zaten. İnsan ya Allah'a bağlıdır ya şeytana bağlıdır; emir aldıklarına, izinden yürüdüklerine, boyun eğdiklerine, sevdiklerine, korktuklarına, midesine, arzularına... bağlıdır.

Hürriyet, bire bağlanmaktır. Böylece sonsuz bağlardan kurtarır bu onu. 

Bir elin tuttuğu ip ile bağlı olan uçurtma uçabilir, ipsiz bağsız bir uçurtma göklerde özgürce uçamaz. 

Tam göbeğinden bir dingile raptedilen tekerlek, hedefe gidebilir; pimini çeker, kayıtsız hale getirirsek bütün kıymetini yitirir. Birden fazla noktaya bağlanan da hareket kabiliyetini kaybeder.    

Bir'e bağlanan, Bir'in emrine giren insan hürriyeti tadar. 

24 Ağustos 2022 Çarşamba

SEV-MEK

Sev-(mek), en güzel fiildir. Herkes onu bütün türleriyle sever. Sadece insanlar değil, hayvanlar için de geçerlidir bu.

Fiilin etken, edilgen ve dönüşlü hallerinin özne ve nesne üzerinde başka başka etkileri var. Bazı kimseler bu fiile etken özne olarak katılmaz/katılamazlar; sadece nesne olmaktan hoşlanır, fiilin edilgen halinden yararlanma bencilliğinde bulunurlar. Bunlar sevmezler. Severler aslında ama sadece kendilerini severler; lakin buna da sevmek denmez. Başkalarını sevmezler ama başkalarının kendilerini sevmesinden hoşlanır, sevilmek isterler. 

Sevilmek güzeldir, belki çok güzeldir. Kahramanlarının mecnuna döndüğü pek çok aşk hikayesinde Allah vergisi bir güzellikle boy gösteren dilberlerin rolüdür bu. Kolay ve emeksizdir. Bu sevmese de o sever. 

Sevinmek de fiilin arzulanan dönüşlü formudur. Sevmek'i içinde hissetmek. Kendisini sev-(mek) fiilinin hem öznesi hem nesnesi yapmak. Kendisi sevmek, kendisini sevmek: sevinmek...

Sevmek, yetenek ister. Sevilmek, istek dışı; sevinmek kendiliğinden olsa da sevmek, emek ister. Sevilmek'te kişi pasif, sevmek'te son derece aktiftir. 

Sevilmese de sevinmese de seven, sevmeye devam eden bir insan; -benciller onun ahmak olduğunu düşünebilirler- gerçek bir kahramandır, sevgi kahramanı.

Cahit Sıtkı'yı mısralarıyla yad edelim:

Ben aşk adamıyım

Sevmeye geldim insanları

Gönlümle, elimle, kafamla sevmeye

Hesapsız, karşılıksız

Ayrılık gayrılık gözetmeden

Bir çiçeği seversin, çiçek seni sevmez, haberi yoktur bundan, -aksini iddia edenler olsa da- sevdiğini bilmez, sevginle sevinmez. Köyünü seversin, bir şehri seversin; habersizdirler sevdiğinden. Yağmuru seversin; batarken güneşi, gökyüzünde bir yıldızı seversin; bilmezler ve sevildiklerine sevinmezler. Ama seversin işte. Bu bir ruh yüceliğidir. 

Sahtekar yüzlerini maharetle saklayabilen insanların nüfusa oranının zirvede olduğu çağımızda, muhatabına en yaldızlı sevgi cümleleri kuran; her türlü nesneyi, gülü karanfili yalancı şahit olarak kullanan nicelerinin "seni seviyorum" sözlerinin hakiki manasının "beni sevmelisin" olduğu; ilmel-yakin, aynel-yakin, hakkal-yakin kendini gösteriyor. Sevilmekten anladıkları da somut ve değerli nesneleri hediye olarak alabilmek, somut ve pahalı mekanlarda gezdirilmekten başkası değil. Sevgiyi gözlerde görüp sevenin kalbinde bulunmak değil onların lügatinde sevilmek. 


1 Ağustos 2022 Pazartesi

SULUBOYA (Hikâye)

Derenin şırıltına öyle dalmıştı ki, “Çerçi geliyor, çerçi geliyor!” sözleriyle kendine geldi. Gözleri parladı; kalbi, avuçta hapsedilen küçük bir serçe gibi çırpınmaya başladı. Elindeki küçük ilaç şişesini kaldırdı, içindeki suya baktı ve suyu dereye serpti. “Derede ne kadar da çok su var. Harca harca bitmez.”diye düşündü. “Dağlar kâğıt olsaydı, koca koca fırçalarım ve koca koca, renk renk, bir sürü de suluboyam olsaydı, ah ne güzel olurdu. Derede ıslattığım fırçamda suluboyamla çeşitli renkler oluşturur, sonra bütün dağlara güzel güzel ormanlar çizerdim.”diye de bir hayal kurdu.

Şişesini elinde sıkıca tutarak araba yoluna doğru koşmaya başladı. Yola çıktı, yolun her iki yönüne de kafasını bir sağa, bir sola hızlı hızlı çevirerek birkaç defa baktı. Nihayet ağaçların aralarından gördü köye ağır ağır gelmekte olan çerçiyi. Köye doğru koşmaya başladı. Koşuyor, “İnşallah vardır.”diye de dua ediyordu.

Evin önünden yıldırım gibi geçti, arkaya dolandı, kümesin kapısını açıp içeri girdi. Follukta yumurtlamak için yatan tavuklar bağrışıp kanatlarını çırparak kaçıştılar.

Yumurtaları saydı:

-Bir, iki, üç, dört, beş… on üç; üçü fol, kaldı on. Yeter herhalde.

Kümesten çıktı, eve koştu, dibine biraz saman konmuş bir sepetle tekrar kümese döndü, yumurtaları özenle sepete yerleştirdi. 

v  

Selim, köy okulunun beşinci sınıfında okuyordu, başarılı bir öğrenciydi. Ailesi köyün yoksul ailelerinden biriydi. Kitap, kalem, defter gibi okul ihtiyaçlarını, çoklukla öğretmeni, şehirdeki kardeş okuldan gelen yardımlardan veriyordu. Babası da imkânları ölçüsünde onun okuyabilmesi için elinden geleni yapıyordu. Ailesi Selim’in okumasını çok istiyordu, Selim de okumayı.

Selim’im altı yaşındaki kardeşi, Mustafa, hastaydı; babası bulduğu parayı onun tedavisi ve ilaçları için harcamak zorundaydı. Selim hak veriyordu babasına ve hiç üzülmüyordu babası suluboya alamadı diye. O sadece kardeşine üzülüyordu. O, bir iyileşsin, her şey düzelirdi. O zaman on iki renkli suluboya alırdı babası, birkaç çeşit de fırça. Bir sürü resim yapardı. Babası bir sürü resim defteri de alırdı ona. Neler çizmezdi ki defterler dolusu: köyün deresini, çayırları, ekin biçen adamları, dağda otlayan koyunları, Çoban Bilal’i eşeğinin üstünde, evlerini, kardeşini neşeyle koşarken… Tam on iki renk olurdu suluboyasında, birkaç çeşit de fırçası…

Pastel boyalarıyla güzel güzel resimler yapıyordu, ama resim defteri çabuk bitiyordu o zaman da. Selim de okul dışında yaptıkları için resim defterini değil, eski defterlerinden kalan boş sayfaları kullanıyordu; boyarken de pastelleri fazla bastırmıyordu tez yıpranmasın diye. Ah bir kardeşi iyileşseydi, doya doya resim yapardı; köyün her yerinin, kardeşinin, türlü türlü… suluboyayla, hem de on iki renk ve çeşit çeşit fırçalarla…

Öğretmenin “Gelecek haftadan itibaren resim derslerinde suluboya kullanacağız. Herkes suluboyasını getirsin.” demesinin üstünden dört hafta geçmişti, Selim’in hâlâ suluboyası yoktu. Annesine söyleyebildi öğretmenin suluboya istediğini. Annesi de “Babana söylerim, alır, meraklanma.” dedi. Çok sevinmişti, havalarda uçuyordu adeta; ama kısa süre sonra bu sevinç, yerini pişmanlığa bırakıp Selim’in yüzündeki gülücükleri de alarak birden kayboldu.

“Keşke söylemeseydim. Ya alamazsa, ya üzülürse...” diye üzüldü, uyku girmedi o gece gözüne. Ertesi sabah babası, kardeşinin tahlillerini, ilaçlarını almak için şehre gidecekti. Selim’e “Unutmazsam alırım oğlum.”dedi giderken. Selim utanma, sevinç ve pişmanlık arasında gitti geldi bütün gün.

Babası akşama doğru eve döndüğünde, Selim’in içi kıpır kıpırdı, fakat bir şey beklediğini belli etmemeye çalışıyordu. Hatta babası unutsaydı, kendisi hiçbir şey sormayacak, hatırlatmayacaktı.

Babası onu görür görmez “Hiç fırsatım olmadı.”dedi. “Acelesi yok.”diye karşılık verdi Selim de. Tavuklara yem vermeye devam ederken “Belki de parası kalmamıştır.” diye düşündü. “Babamı yoktan yere üzdüm.” diye de üzüldü gözlerindeki buğular damla olurken.

Selim, o hafta da resim dersinde pastel boyalarını kullandı. Sınıfta sadece Selim pastel boyalarla yapıyordu resmini. Selim’in üzüldüğünü fark eden öğretmeni onu teselli etmek istemiş; “Sen, pastellerle daha güzel resim yapıyorsun.” demişti. Oysa suluboyayla ne resimler yapacağını kimse bilmiyordu ki. Selim’in hayallerindeydi bu resimler… Suluboyayla… Çeşit çeşit fırçaları kardeşinin boş ilaç şişesindeki suya batırarak… Dağlar, köyün deresi, tarlalar, çayırlar, çoban, kardeşi… Küçük Mustafa neşeyle koşarken…

Hiç kimseye belli etmeyebilirdi de derdini, üzüntüsünü Selim, annesinden saklayamazdı. Babasının eli boş döndüğü günün gecesinde annesi, çocukların üstlerini, açılmışsa, örtmek için odaya girdi; Selim’in uyanık olduğunu hemen fark etti. Yatağının yanına oturdu, eğilip öptü yanağından. Mustafa’yı uyandırmamak için fısıltıyla:

-Sıkma canını. Bugün yarın Çerçi İsmail gelir. Varsa alırız. Haydi, uyu şimdi, dedi.

Diğer yanağından da öperek kalktı ve odadan çıktı.

Selim, yeniden; fakat bu defa pişmanlık duymadan sevindi. Çerçi İsmail bugün yarın gelirdi. Varsa alırdı. Hem ondan bir şey almak için illa da para gerekmiyordu. Para yerine yumurta da alıyordu.

Selim, sevinçten bir süre daha uyanık kaldı; birkaç hayal daha kurdu, sonra uykuya daldı, suluboyasıyla rüyalarını rengârenk boyadı.

Sabah olunca annesine “Çerçi gelirse suluboya almak için yumurta versem olur mu?” diye sordu. Annesinden “Neden olmasın yavrum?” cevabını aldığında sevincine diyecek yoktu. Bundan sonra suluboyayla resim yaptığını değil; çerçinin gelişini, kümesteki yumurtaları toplayışını ve yumurtaları vererek suluboyasını eline alışını hayal ediyordu. 

v  

Gerçekten de bugün yarın denebilecek kadar kısa bir sürede gelmişti çerçi. Selim, elinde yumurta sepeti, yüreği bir kuş gibi kıpır kıpır, meraklı gözlerle çeşmenin taşına oturmuş, çerçiyi bekliyordu.

Çerçi, köye girdi; atını durdurdu. Birkaç kadın kumaş, yazma, iplik gibi şeylere bakmaya başladılar. Kadınların alışverişi bitince Çerçi İsmail, atını sürdü, ağır ağır geliyordu. Bir yandan atını sürüyor, bir yandan da “Çerçi geldi, çerçi!” diye bağırıyor, müşteri topluyordu.

Selim, elinde yumurta sepeti, suluboya almak için çerçiyi bekliyordu. Bir an aklına çerçide suluboya olmayacağı ihtimali geldi. Bu çok kötü olurdu. Sipariş verince bir dahaki sefere getirirdi Çerçi İsmail, ama o zaman da okul kapanmış olurdu, neye yarardı ki…

Selim, başını iki yana sallayarak kafasındaki bu düşünceleri dağıtmaya çalıştı. Çeşmenin taşına oturmuş, elinde yumurta sepeti, suluboya almak için çerçiyi bekliyordu. Yumurtalar yetmezse komşudan ödünç alıp verebileceklerini söylemişti annesi, onun için rahattı. Yeter ki çerçide suluboya olsun, bir de on iki renklisi varsa…

Çerçi aşağı köşede yine durdu. Birkaç çocuk oyuncak, iki kadın birkaç naylon kap aldı. Çerçi hareket edince Selim oturduğu yerden doğruldu. Çerçi İsmail sepeti görünce, küçük müşterisinin önünde durdu.

—Bir şey mi alacaksın?

—Şey… Suluboya var mı?

—Yok, pastel boya var, kuru boya var; ama istersen gelecek sefere getiririm.

—Sağ olun, diyebildi Selim belli belirsiz bir sesle.

Çerçi atını sürdü, Selim geri döndü; elinde sepeti, eve doğru giderken cebinden çıkardığı küçük ilaç şişesini yolun kenarındaki otların içine attı. 

KÖPEK ENİĞİ (Hikâye)

Yazılmaz ki yansıma bir kelime olsun bir köpek eniğinin bağırması. Havlamak desem havlamak değil, inlemek desem inlemek değil. Duyanlar bilir. Aç kalmış, bir yerindeki yaranın ıstırabını çeken ya da anasını yitirmiş bir köpek eniği, yaramaz mahalle çocuklarının taşlarından kaçarkenkinin ağır çekimiyle bağırmaya başladı Akbaş apartmanının arka bahçesinde.

Derinden ve seyrek başlayan ses, eniğin kulakları sesine alışınca feryada dönüştü. Sessiz geceyi saat 2’sinde, önce delen, sonra yırtan bu ses, ilk etapta üç katlı Akbaş, dört katlı Yenigün apartmanlarında meskûn hafif uykuluların gecesini parçaladı. Kimi “hasbunallah” dedi, kimi “lahavle” çekti, kimi de sövdü. Susar şimdi, dediler susmadı; gider gider, dediler gitmedi.

Akbaş’ın ikinci katında bu gece bebeği sık sık uyanan ve bu saate kadar doğru düzgün uyumamış bir anne telaşlandı. Ağır uykulu kocası homurtularla uyandı:

 “Nereden çıktı bu Allah’ın cezası hayvan? Çocuğu uyandıracak…” diye söylendi. Kadın da:

“Bu saate kadar beni hiç uyutmadı. Daha biraz önce uykuya daldı.”diye dert yandı.

Adam sırtını döndü, yastığı kulağına bastırarak uflaya puflaya uyumaya çalıştı.

Yenigün apartmanının, fırının üzerindeki birinci katının arka balkonuna dayanmış olan ağaç merdivenin tepeye yakın basamaklarında bir gölge küçüldü ve dondu. Bu merdiven, adı deliye çıkmış sarhoş Selim’in çöplerini stokladığı mutfak balkona dayanmıştı. Merdivenin başında şimdi hareketsiz, korku dolu ve ağır bir gölge duruyordu.

Bu, Beyazıt’ın ilk profesyonel işi olacaktı. Akşam iyice gözlemişti Sarhoş Selim’i. Selim, bu gece yine küpleri devirmiş; evine gece yarısı ve zilzurna sarhoş dönmüştü. Bu saatlerde ölü gibi yatıyor olmalıydı, bomba atsan duymazdı ve iş için en uygun zaman buydu. Zira fırın işçileri, sabaha ekmek çıkarmak için saat üç – üç buçuk arası gelirlerdi. Selim’in kumarda kazanıp evinde biriktirdiği rivayet olunan dolarlardan, altınlardan birkaç parça, Beyazıt’ı âbâd etmeye yeterdi. Beyazıt’ın son işi olacaktı bu. Berat Gecesi yaklaşıyordu, tövbe edip affını dilemeye ta baştan niyet etmişti. Ev sahibi, bir başına ve günün yarısını yarı ölü yaşayan Sarhoş Selim olmasa böyle bir işe kalkışamazdı.

Selim esasen tehlikeliydi: Birkaç çeşit av tüfeği, tabanca, cephanelikçe kurşun vardı evinde. Ancak dedik ya sarhoştur, öğlene kadar baygın yatar. Top atsan uyanmaz.

“Hay Allah… Nereden çıktı bu hayvan? Defolup gider inşallah…”

Gitmedi. Köpek eniği sesini sonuna kadar açmıştı. Bağırıyordu, bağırıyordu…

Merdiven başındaki gölge kıpırdamadan duruyordu. Selim’in uyanacağını aklına bile getirmiyordu Beyazıt. Fakat “Köpek hiç susacağa benzemiyor. Milleti uyandıracak. Bu taraftan bir tane ışık yansa benim bittiğim gündür.” diye endişeleniyordu.

Beyazıt, eniği görüyordu, susturmak veya kovmak için hiştliyor, piştliyordu; ne var ki köpek susmuyordu, sesini beğenmişti galiba. Meşhur olmaya ahdi vardı sanki.

“Acaba çabucak inip kaçsam mı? Yok yok, kıpırdarsam görülürüm. Eli silahlı biri olur, maazallah! En iyisi, şu dutun gölgesinden istifade etmek ve kıpırdamadan beklemek. Şimdi gider.”

Enik, dar bir alanda daireler çiziyor, muhtemelen nefesini toplamak için ara sıra susar gibi yapıyor, sonra yine avaza başlıyordu.

Yenigün’ün sahibi Hacı Nusret Efendi ve hanımı, teheccüt namazı kılıyorlardı. Işıkları yakmamışlardı. Sokak lambasının ışığı eve loş bir aydınlık vermekle kalmıyor, lahuti bir hava da kazandırıyor, teheccütün tadına tat katıyordu. Hacı Nusret Efendi, üçüncü iki rekatin selamını verince dayanamadı, kalkıp pencereden sesin sahibini görmeye çalıştı. Bu arada hanımı da selam verip pencereye yanaştı. Gözleri karanlıkta iyi seçmeyen Nusret Efendi, hanımına eniği görüp görmediğini sordu. Hanımı görmediğini söyledi.

“Açlıktan mı bağırıyor acaba hayvan? İnip bir şeyler versem… Günahtır…”

“Açlıktan değildir.” diye cevap verdi hanımı, “Böyle feryat edecek kadar aç kalmaz köpek kısmı, çöp tenekeleri yiyecek dolu.”

“Peki derdi ne bu hayvancağızın gecenin bu saatinde?”

Hanımı birden hatırladığı bir olayı tahminine kaynak yaptı:

“Bugün, ikindine doğruydu. Selim Efendi Akbaş’ın bahçesinde bir köpek vurduydu silahla. Onun yavrusu filan olmasın bu? Anasını arıyordur.”

“Belki de… Vah vah, zavallı yavrucak! Ne istedi acaba hayvandan?”

“Bodrumdakilerin tavuklarına saldırmışmış.”

“Allah Allah… Ne yapsak acaba?”

“Canım ne yapacaksın. Hayvandır, bağırır bağırır, bulamayınca gider.” dedi kadın.

Köpek eniği, gecenin kulaklarını sağır etmeye kararlıydı. Gitmedi de susmadı da.

Sese uyanan iki dairenin ışığı yandı.

Merdivendeki gölge biraz daha küçüldü; fakat hareketsiz kalmak zorlaşmıştı artık, titremeye engel olamıyordu.

Akbaş’ın ikinci katındaki bebek mızırdanmaya başlamıştı; babası başına bastırdığı yastık sayesinde uyumuş görünüyordu, annesi şefkat kuvvetine dayanarak uykusuzluk ve yorgunluğa sabretmeye çalışıyor ve bebeğin uyanmaması için inşallahlı cümleler kuruyordu.

Hacı Nusret Efendi ve hanımı tekrar namaza durmuşlardı.

Sarhoş Selim, kıpırdanmaya başladı. Beyazıt, kıpırdanmamaya çalışıyor, küçük bir gölge olarak bir sürü dilekte bulunuyor, eğer bu durumdan kurtulursa o eniği bulup kıyma haline getirmeye; yok yok, eğer bu durumdan sağ salim, yakalanmadan ve rezil rüsva olmadan kurtulursa Berat Gecesi’ni beklemeden tövbe edeceğine dair antlar içiyordu.

Ve enik, mersiyesini uzattıkça uzatıyordu.

Başının ağrıdığını hissetti Sarhoş Selim. Gözlerini kısarak açmaya çalıştı. Lambayı yaktı, saate baktı, ne rakamları tanıdı ne zamanı anladı, biriktirdiği bütün parayı akşam kumarda kaybettiğini hatırladı ve sesi duydu. Sinirlendi. Askıdan bir tüfek aldı, mermisini kontrol etti. Sesin geldiği tarafa yöneldi. Mutfak balkonunun kapısını açtı.

Bir silah patladı gecenin iki buçuğu gibi. Namlu alev püskürttü. Yanan ışıklar söndü, sönükler yandı. Akbaş’ın ikinci katındaki bebek uyandı. Merdivendeki gölge yere düştü ve…

Köpek eniği sustu.

  

7 Temmuz 2022 Perşembe

SINIK (Hikâye)

Bir Ramazan günü iftarın beklendiği vakitlerde, sokakta arkadaşlarla oynuyorduk. On üç yaşımdaydım. Henüz otuzda otuz tuttuğum Ramazanların ilklerinden biriydi, açlık ve susuzluğun doruğa çıktığı iftara yakın vakitler, ancak oyun oynayınca çabuk geçiyordu.

Oyuna daldığımız sırada bizim evden bir feryat yükseldi. Annem, kucağında benden on yaş küçük kardeşim Rıza olduğu halde telaşla dışarı fırladı. Rıza amansızca ağlıyordu, annem ne yapacağını şaşırmıştı. Sesi işiten babam da evin arkasından koşup gelmişti:

"Ne var? Ne oldu?"

Annem soluk soluğa bağırarak anlatıyordu:

"Yemek yapıyordum, Çocuklar da oynuyordu. Büyük kız, oğlanın üstüne düşmüş."

Rıza’nın feryadı devam ediyordu.

"Dur hele yahu, telaşlanma. Bir su içir, sakinleşsin çocuk."

Annem, Rıza’yı babamın kucağına verip suya koştu. Babam, susturmaya çalıştı, fakat nafile. Rıza, etinden et kesilircesine ağlıyordu.

Bizim oyun, daha ilk anda bitivermişti. Şaşkın şaşkın bakıyorduk. Çocuğun ağlaması içimi yakıyordu, gözlerim dolmuştu. Bir şey yapamıyordum, babam ve annem de yapamıyordu.

Rıza’yı dutun altındaki sedire yatırdı babam. Su verdiler, içmedi; yüzüne su sürdü babam, bir şey değişmedi.

Kız kardeşlerim de kapının eşiğinde suçlu suçlu bakıyor, hatta büyük kardeşim Hatice, ağlıyordu. Babam, onlara doğru yönelince ikisi de korktu. Hatice ağlamasını artırdı. Babam:

"Kızım, neresine düştün?" diye sordu.

Hatice cevap veremiyor, ağlıyordu.

"Kızım, kızmayacağım, söyle neresine düştüysen, orasına bakalım."

Hatice, yumruk haline getirdiği ellerinin tersiyle gözlerine bastırarak ağlarken:

"Bacağına…" diyebildi.

"Hangisine?"

"Bilmiyorum…"

"Muzaffer abiye götürelim." dedi babam anneme. "Çocuğun bacağına bir şey oldu herhalde."

Rıza hâlâ ağlıyordu.

***

Muzaffer amca, sokağın başındaki evde oturur, sınıkçıdır. Geleni gideni eksik olmaz. Kolu çıkan mı dersiniz, bacağı kırılan mı, ayağını burkan mı… Doktor, hastane bilmez Sınıkçı Muzaffer amcayı bilenler. En çok  da kendi oğlu Mehmet’te gösterir Muzaffer amca hünerini. Mehmet’in sık sık kolu omuzdan çıkar. Bereket versin babası sınıkçıdır ve hemen koyuverir kolu yerine. Kızar, tembihler Muzaffer amca: “Oğlum, dikkat et! İyice yalama ettin kolu.”

Aldırmaz Mehmet. Yine koşar, yine oynar, yine maç yapar, yine düşer… Çıkar  aynı kolu yine omzundan. Korka korka gider babasının yanına. Bazen de söyleyemez kolunun çıktığını da babası anlar onun oyunda olmadığını görünce. Çağırır Mehmet’i, sorar “Kolun mu çıktı?” diye. “Hayır, çıkmadı.” der Mehmet. “Kaldır bakayım o zaman sol kolunu havaya.” Zorlanır da kaldıramaz kolunu Mehmet. Babası yine kızar, kolu yerine koyar, yine nasihat eder. Her şey kaldığı yerden devam eder.

Sınıkçı Muzaffer amca alışıktır buna. Mehmet de alışıktır, fakat biz alışık değildik.

***  

Babam, Rıza’yı kucaklayıp sedirden aldı ve Muzaffer amca’ya götürdü. Biz de peşinden gittik.

Muzaffer amca, kapısının önündeki çeşmeden akşam için abdest alıyordu. Ses şamata ile gelen grubu görünce, sağ kol yıkanmış, sol kol yıkanmamış haldeyken bıraktı abdesti, doğruldu.

"Ne hayır komşu? Ne oldu çocuğa?"

"Bilmiyorum" dedi babam, "büyük kız bunun üstüne düşmüş herhalde. Bacağı mı kırıldı acaba bilmiyorum ki…"

"Anlarız şimdi" dedi Muzaffer amca, "getir, hele şu divana yatır."

Babam, Rıza’yı duvar dibindeki divana yatırdı. Çocuğun ağlaması biraz hafiflemişti ki Muzaffer amcanın elleri, bacaklarında gezmeye, ovmaya, sıkmaya başlayınca yeniden veryansın başladı.

Muzaffer amca, Rıza’nın bacaklarını katlıyor, açıyor, sağa sola büküyor, zayıf parmaklarıyla etlerini sıkıyor, hastasına teşhis koymaya çalışıyordu. Çocuğun ağlaması yürek dağlıyordu.

"Bir şey yok" dedi Muzaffer amca, "eti ezilmiş" diye koydu teşhisini.

"Kırık çıkık yok değil mi?" diye teyit etmek için sordu babam.

"Yok yok, sağ bacağın eti ezilmiş. Sabunlu ılık suyla ovun, geçer."

"Çok şükür" dedi babam, "Allah razı olsun, seni de bu dar vakitte rahatsız ettik."

"Ne rahatsızlığı… Komşuyuz şurada…"

Babam Rıza’yı tekrar kucakladı. Rıza yorulmuştu ağlamaktan. İç çekerek ağlıyordu, ancak sesi eskisi kadar gür değildi.

Muzaffer amca “İftar edelim komşu.” diye teklifte bulununca hatırladım ezanın çoktan okunduğunu.

"Sağ ol" dedi babam, "çocuğu götüreyim ben."

"Peki" dedi Muzaffer amca, "yatırın, yarına kadar kalkmasın, yarın koşar."

Eve gittik, çocuğun ağlaması biraz azaldı. Sadece ayağını kımıldatınca ağlıyordu. İftar ettik, annem sabunlu ılık suyla Rızanın sağ bacağını iyice ovdu. Ovarken Rıza bütün gücünü toparlıyor ve feryat ediyordu.

Aradan birkaç saat geçince Rıza, ara sıra cılız bir sesle ağlamaya başlıyor, biraz sonra susuyordu. Uyuyor; fakat birkaç dakika sonra irkilerek uyanıyor ve ağlıyordu. Bu hal bir süre devam etti.

Nenem:

"Cinlenmiş bu çocuk." dedi.

"Ne cini ana? Eti ezilmiş, ondan..."

"Yok oğul yok, köydeyken bende de olmuştu, bilirim, dar vakitte olur böyle şeyler. Okutmak lazım."

"Oku o zaman ana!"

"Benim okumamla olmaz. Git Hüseyin Hocayı al, gel."

"Yahu bırak şu adamı ana, ondan hoca mı olur? Kumarcıdan… Tövbe ya Rabbi…"

"Olmasa o kadar insan gelir mi? Kapısı hastadan geçilmez."

"Ben inanmam öyle şeye. Eti ezilmiş dedi Muzaffer abi. Sabaha iyileşirmiş."

"Sus oğlum sus. Günahtır, gabya iman gerek."

"Amenna, inanırım da Hüseyin’e inanmam."

***   

Evimizin en yorulmaz varlığı duvardaki saat, insanların susmasını fırsat bilip sesini yükseltiyor, tik tak şiirini bizlere ezberletmeye çalışıyordu. Ne kadar zaman geçti, bilmiyorum; ama Rıza, hep irkilerek uyanıp ağladı ve tekrar bir daha irkilerek uyanmak üzere uykuya daldı.

Nenem tekrar Hüseyin Hoca fikrini ortaya attı.

"Taksici Yaşar’ı çağırıp doktora götüreyim." dedi babam.

"Doktor ne yapsın oğul, dar vakitte düşünce üç harfliler sahiplenmiş çocuğu belli ki, git getir Hüseyin Hoca’yı, okusun, geçer."

"Hoca deme şuna ana! Abdest yok, namaz yok…"

"Herkes hoca diyor. Kalk haydi, kalk da git getir, okusun."

Babama da makul gelmiş olmalı ki kalktı, gitti. Vakit gece yarısına yaklaşmış, sahura kalkamama korkusuyla komşuların çoğu ışığını çoktan kapatmıştı. Fakat Hüseyin Hoca öyle erken yatanlardan değildir. Sahuru yiyip de yatıyormuş. Kendisi söylemişti.

***   

Babam, yanında uzun boylu, zayıf, avurtları içine çökmüş, yüzü birkaç günlük sakallı Hüseyin Hocayla oda kapısından içeri girdi. Selam verdi ev halkına Hüseyin Hoca, “Geçmiş olsun.” dedi, neneme hal hatır sordu, Rıza’nın yanına oturdu ve elini Rıza’nın alnına koydu. Rıza yine irkildi ve iyice mecalsiz kalan sesiyle ağlamaya başladı.

"Sürekli böyle mi yapıyor?" diye sordu neneme bakarak Hüseyin Hoca.

"Kaç saattir böyle..." diye cevap verdi nenem.

"Cinler sahiplenmişe benziyor."

Durdu, düşündü.

"Bana bir tas, bir de sürahiyle su getirin."

Kapının önünde ayakta bekleyen annem mutfağa gitti, istenenleri getirdi. Hüseyin Hoca, tası yere koydu, sürahideki suyla tası, ölçüp döküyormuş fikri vererek, yarıyı biraz geçecek kadar doldurdu. Tası iki eliyle aldı, ağzına doğru yaklaştırdı. O an suyu içeceğini zannettim. Sesli bir besmele çekti ve sessizce bir şeyler okuyup suya üfledi. Okudu, üfledi; okudu, üfledi… Rıza yine birden irkildi, Hüseyin Hoca da irkildi.

Hüseyin Hoca tasın içine, yitiğini arıyormuş gibi dikkatle bakıyordu. Tasın içindekini çok merak ettim. Oturduğum yerden kalktım ve tasın içini görebileceğim şekilde Hüseyin Hocaya yaklaştım. O yine bütün dikkatiyle tasa bakıyor, okuduklarını üflüyordu. Tasta sürahiden dökülen su vardı. Merakım iyice artmıştı: Acaba tasta benim göremediğim ne görüyordu?

Rıza tekrar irkildi, Hüseyin Hoca da irkildi ve “Allah” dedi. Tası bana uzattı: “Götür.”

Gözlerim gerildi tası alınca. Tası mutfağa götürdüm, içinde sadece su görüyordum. Konuşulanları kaçırmamak için suyu sonra incelemeye karar verdim. Odaya girdiğimde,

"İki taneydi, ikisini de yaktım. Dar vakitte düştüğü için sahiplenmişler. Yaktım ikisini de. Artık rahat eder, uyur."

"Allah razı olsun." dedi nenem.

Hüseyin Hoca, müsaade istedi ve gitti. Onu uğurlayıp odaya tekrar girdiğimizde nenem haklı çıkışına seviniyordu.

"Bak, gördün mü ben demiştim, üç harfliler sahiplenmiştir diye."

Babam bana ve kardeşlerime:

"Haydi gidip yatın siz de. Gece bitecek nerdeyse. Sabah kalkamazsınız."

Ben tası hatırladım, mutfağa koştum. Tas yoktu. Anneme koştum, yataklarımızı yapıyordu. Tasa ne olduğunu sordum.

"Döktüm." dedi.

"Niye?" dedim.

"Ne yapsaydık ya oğlum, içse miydik, o kadar içine üfürdü pis sigaralı nefesini."

***   

Biz uyuduk, ama annem uyumamış sahura kadar, çünkü Rıza hep irkilip irkilip uyanmış, ağlamış.

Sahura zar zor kalktım. Ayakta uyuyordum. Babam:

"Sabah olsun da hastaneye götürelim." dedi.

Nenemden ses çıkmıyordu.

***   

Sabah, babam işe gitmedi, Rıza’yı hastaneye götürdü, film çektirip getirdi. Filmler öğleden sonra çıkacaktı. Eğer kırık ya da çıkık varsa çocuk tekrar götürülecek ve bacak alçıya alınacaktı.

"Olmaz" dedi nenem, "alçı olmaz. Yanlış kaynıyor, sonra bir daha kırıyorlar. Alçı olmaz, Muzaffer Efendi sarar. Herkes ona getiriyor." 

Öğleden sonra babam filmleri alıp geldi, bacakta kırık varmış. Nenem ısrarla karşı çıkıyor alçı işine. Babam kararsız. Böyle konularda nenemin zekâtı kadar konuşmayan dedem de söze karıştı:

"Alçı olmaz oğlum, doktorlar anlamaz kırıktan, alçıya alınanların çoğu yanlış tutuyor. Götür Muzaffer’e, sarsın, inşallah tutar."

"Olmaz baba, dün baktı, bir şey yok dedi, eti ezilmiş dedi. Hâlbuki çocuğun bacağı kırıkmış. Anlasa, bakar bakmaz anlardı."

"Başka bir sınıkçı bul o zaman." dedi nenem.

"Ben bir sorayım." diye evden çıktı babam. Çarşıya gitti. Dönüşte, Büyükdede köyünde iyi bir sınıkçının olduğu haberiyle geldi.

"Çok övüyorlar. İyi anlarmış. Ona götürelim."

Telefon açıldı, Taksici Yaşar geldi. Rıza, annem, bir de babam binip gittiler.

Köy pek de yakın değilmiş meğer, yatsı namazından da sonra geldiler.

***   

Büyükdede köyünün sınıkçısı; yetmişinde, ak saçlı, aksakallı bir ihtiyarmış. Kırığın yerini, filme bakmadan parmaklarıyla ovarak bulmuş. Tabii bu arada Rıza ağlıyormuş yine. Sarmadan önce filme de bakmış, filmden de anlarmış meğer.

"Saralım, on güne kadar yürür." demiş.

Babam:

"Yanlış tutmaz değil mi?" diye sormuş.

"Tutmaz inşallah." demiş sınıkçı dede.

Önce Rıza’nın ayak bileğine bir bezin ucunu bağlamış, diğer ucunu da kendi beline… Babam çocuğu tutuyormuş, dede de belini geriye asılarak bacağı gerdiriyormuş. Rıza’nın feryadı göklere yükseliyormuş bu arada. Sabunlu ılık suyla ovmuş, ovmuş; sonra yavaş yavaş bacağı kalınca bir bezle sıkıca sarmış.

"Kalkmasın, yatsın. Çocuktur, kolay kaynar. Bir haftaya basar, on güne de yürür inşallah. Bir şey olursa yine getirin." demiş.

Babam, tereddüt içinde… İki gündür yaşananlardan, Sınıkçı Muzaffer’den, Hüseyin Hoca’dan, alçıyla yanlış tutan kırıklardan bahsetmiş.

Demiş ki Sınıkçı Dede:

"İnsan bazen gözünün önündekini bile göremez, elindekini yana yakıla arar durur. Bazen bir derdin devasını hekimler, cerrahlar bulamaz da bir köyde ot kaynatan kadın bulur. Cin de haktır, cinlenmek de vardır. Sizin sınıkçı efendi de, ister hakiki olsun ister yalancı olsun hoca da öylece görememişler işte. Vardır bir hayır. Hekimlere güvenmemek olmaz, sadece onlara güvenmek de olmaz. Dertlere derman yaratan Allah’tır çünkü. Şafi’dir O’nun bir adı da, şifayı veren O’dur. İlaç da, alçı da, sargı da, hekim de, hoca da, dede de inşallah vesilelerdir."