24 Ağustos 2022 Çarşamba

SEV-MEK

Sev-(mek), en güzel fiildir. Herkes onu bütün türleriyle sever. Sadece insanlar değil, hayvanlar için de geçerlidir bu.

Fiilin etken, edilgen ve dönüşlü hallerinin özne ve nesne üzerinde başka başka etkileri var. Bazı kimseler bu fiile etken özne olarak katılmaz/katılamazlar; sadece nesne olmaktan hoşlanır, fiilin edilgen halinden yararlanma bencilliğinde bulunurlar. Bunlar sevmezler. Severler aslında ama sadece kendilerini severler; lakin buna da sevmek denmez. Başkalarını sevmezler ama başkalarının kendilerini sevmesinden hoşlanır, sevilmek isterler. 

Sevilmek güzeldir, belki çok güzeldir. Kahramanlarının mecnuna döndüğü pek çok aşk hikayesinde Allah vergisi bir güzellikle boy gösteren dilberlerin rolüdür bu. Kolay ve emeksizdir. Bu sevmese de o sever. 

Sevinmek de fiilin arzulanan dönüşlü formudur. Sevmek'i içinde hissetmek. Kendisini sev-(mek) fiilinin hem öznesi hem nesnesi yapmak. Kendisi sevmek, kendisini sevmek: sevinmek...

Sevmek, yetenek ister. Sevilmek, istek dışı; sevinmek kendiliğinden olsa da sevmek, emek ister. Sevilmek'te kişi pasif, sevmek'te son derece aktiftir. 

Sevilmese de sevinmese de seven, sevmeye devam eden bir insan; -benciller onun ahmak olduğunu düşünebilirler- gerçek bir kahramandır, sevgi kahramanı.

Cahit Sıtkı'yı mısralarıyla yad edelim:

Ben aşk adamıyım

Sevmeye geldim insanları

Gönlümle, elimle, kafamla sevmeye

Hesapsız, karşılıksız

Ayrılık gayrılık gözetmeden

Bir çiçeği seversin, çiçek seni sevmez, haberi yoktur bundan, -aksini iddia edenler olsa da- sevdiğini bilmez, sevginle sevinmez. Köyünü seversin, bir şehri seversin; habersizdirler sevdiğinden. Yağmuru seversin; batarken güneşi, gökyüzünde bir yıldızı seversin; bilmezler ve sevildiklerine sevinmezler. Ama seversin işte. Bu bir ruh yüceliğidir. 

Sahtekar yüzlerini maharetle saklayabilen insanların nüfusa oranının zirvede olduğu çağımızda, muhatabına en yaldızlı sevgi cümleleri kuran; her türlü nesneyi, gülü karanfili yalancı şahit olarak kullanan nicelerinin "seni seviyorum" sözlerinin hakiki manasının "beni sevmelisin" olduğu; ilmel-yakin, aynel-yakin, hakkal-yakin kendini gösteriyor. Sevilmekten anladıkları da somut ve değerli nesneleri hediye olarak alabilmek, somut ve pahalı mekanlarda gezdirilmekten başkası değil. Sevgiyi gözlerde görüp sevenin kalbinde bulunmak değil onların lügatinde sevilmek. 


1 Ağustos 2022 Pazartesi

SULUBOYA (Hikâye)

Derenin şırıltına öyle dalmıştı ki, “Çerçi geliyor, çerçi geliyor!” sözleriyle kendine geldi. Gözleri parladı; kalbi, avuçta hapsedilen küçük bir serçe gibi çırpınmaya başladı. Elindeki küçük ilaç şişesini kaldırdı, içindeki suya baktı ve suyu dereye serpti. “Derede ne kadar da çok su var. Harca harca bitmez.”diye düşündü. “Dağlar kâğıt olsaydı, koca koca fırçalarım ve koca koca, renk renk, bir sürü de suluboyam olsaydı, ah ne güzel olurdu. Derede ıslattığım fırçamda suluboyamla çeşitli renkler oluşturur, sonra bütün dağlara güzel güzel ormanlar çizerdim.”diye de bir hayal kurdu.

Şişesini elinde sıkıca tutarak araba yoluna doğru koşmaya başladı. Yola çıktı, yolun her iki yönüne de kafasını bir sağa, bir sola hızlı hızlı çevirerek birkaç defa baktı. Nihayet ağaçların aralarından gördü köye ağır ağır gelmekte olan çerçiyi. Köye doğru koşmaya başladı. Koşuyor, “İnşallah vardır.”diye de dua ediyordu.

Evin önünden yıldırım gibi geçti, arkaya dolandı, kümesin kapısını açıp içeri girdi. Follukta yumurtlamak için yatan tavuklar bağrışıp kanatlarını çırparak kaçıştılar.

Yumurtaları saydı:

-Bir, iki, üç, dört, beş… on üç; üçü fol, kaldı on. Yeter herhalde.

Kümesten çıktı, eve koştu, dibine biraz saman konmuş bir sepetle tekrar kümese döndü, yumurtaları özenle sepete yerleştirdi. 

v  

Selim, köy okulunun beşinci sınıfında okuyordu, başarılı bir öğrenciydi. Ailesi köyün yoksul ailelerinden biriydi. Kitap, kalem, defter gibi okul ihtiyaçlarını, çoklukla öğretmeni, şehirdeki kardeş okuldan gelen yardımlardan veriyordu. Babası da imkânları ölçüsünde onun okuyabilmesi için elinden geleni yapıyordu. Ailesi Selim’in okumasını çok istiyordu, Selim de okumayı.

Selim’im altı yaşındaki kardeşi, Mustafa, hastaydı; babası bulduğu parayı onun tedavisi ve ilaçları için harcamak zorundaydı. Selim hak veriyordu babasına ve hiç üzülmüyordu babası suluboya alamadı diye. O sadece kardeşine üzülüyordu. O, bir iyileşsin, her şey düzelirdi. O zaman on iki renkli suluboya alırdı babası, birkaç çeşit de fırça. Bir sürü resim yapardı. Babası bir sürü resim defteri de alırdı ona. Neler çizmezdi ki defterler dolusu: köyün deresini, çayırları, ekin biçen adamları, dağda otlayan koyunları, Çoban Bilal’i eşeğinin üstünde, evlerini, kardeşini neşeyle koşarken… Tam on iki renk olurdu suluboyasında, birkaç çeşit de fırçası…

Pastel boyalarıyla güzel güzel resimler yapıyordu, ama resim defteri çabuk bitiyordu o zaman da. Selim de okul dışında yaptıkları için resim defterini değil, eski defterlerinden kalan boş sayfaları kullanıyordu; boyarken de pastelleri fazla bastırmıyordu tez yıpranmasın diye. Ah bir kardeşi iyileşseydi, doya doya resim yapardı; köyün her yerinin, kardeşinin, türlü türlü… suluboyayla, hem de on iki renk ve çeşit çeşit fırçalarla…

Öğretmenin “Gelecek haftadan itibaren resim derslerinde suluboya kullanacağız. Herkes suluboyasını getirsin.” demesinin üstünden dört hafta geçmişti, Selim’in hâlâ suluboyası yoktu. Annesine söyleyebildi öğretmenin suluboya istediğini. Annesi de “Babana söylerim, alır, meraklanma.” dedi. Çok sevinmişti, havalarda uçuyordu adeta; ama kısa süre sonra bu sevinç, yerini pişmanlığa bırakıp Selim’in yüzündeki gülücükleri de alarak birden kayboldu.

“Keşke söylemeseydim. Ya alamazsa, ya üzülürse...” diye üzüldü, uyku girmedi o gece gözüne. Ertesi sabah babası, kardeşinin tahlillerini, ilaçlarını almak için şehre gidecekti. Selim’e “Unutmazsam alırım oğlum.”dedi giderken. Selim utanma, sevinç ve pişmanlık arasında gitti geldi bütün gün.

Babası akşama doğru eve döndüğünde, Selim’in içi kıpır kıpırdı, fakat bir şey beklediğini belli etmemeye çalışıyordu. Hatta babası unutsaydı, kendisi hiçbir şey sormayacak, hatırlatmayacaktı.

Babası onu görür görmez “Hiç fırsatım olmadı.”dedi. “Acelesi yok.”diye karşılık verdi Selim de. Tavuklara yem vermeye devam ederken “Belki de parası kalmamıştır.” diye düşündü. “Babamı yoktan yere üzdüm.” diye de üzüldü gözlerindeki buğular damla olurken.

Selim, o hafta da resim dersinde pastel boyalarını kullandı. Sınıfta sadece Selim pastel boyalarla yapıyordu resmini. Selim’in üzüldüğünü fark eden öğretmeni onu teselli etmek istemiş; “Sen, pastellerle daha güzel resim yapıyorsun.” demişti. Oysa suluboyayla ne resimler yapacağını kimse bilmiyordu ki. Selim’in hayallerindeydi bu resimler… Suluboyayla… Çeşit çeşit fırçaları kardeşinin boş ilaç şişesindeki suya batırarak… Dağlar, köyün deresi, tarlalar, çayırlar, çoban, kardeşi… Küçük Mustafa neşeyle koşarken…

Hiç kimseye belli etmeyebilirdi de derdini, üzüntüsünü Selim, annesinden saklayamazdı. Babasının eli boş döndüğü günün gecesinde annesi, çocukların üstlerini, açılmışsa, örtmek için odaya girdi; Selim’in uyanık olduğunu hemen fark etti. Yatağının yanına oturdu, eğilip öptü yanağından. Mustafa’yı uyandırmamak için fısıltıyla:

-Sıkma canını. Bugün yarın Çerçi İsmail gelir. Varsa alırız. Haydi, uyu şimdi, dedi.

Diğer yanağından da öperek kalktı ve odadan çıktı.

Selim, yeniden; fakat bu defa pişmanlık duymadan sevindi. Çerçi İsmail bugün yarın gelirdi. Varsa alırdı. Hem ondan bir şey almak için illa da para gerekmiyordu. Para yerine yumurta da alıyordu.

Selim, sevinçten bir süre daha uyanık kaldı; birkaç hayal daha kurdu, sonra uykuya daldı, suluboyasıyla rüyalarını rengârenk boyadı.

Sabah olunca annesine “Çerçi gelirse suluboya almak için yumurta versem olur mu?” diye sordu. Annesinden “Neden olmasın yavrum?” cevabını aldığında sevincine diyecek yoktu. Bundan sonra suluboyayla resim yaptığını değil; çerçinin gelişini, kümesteki yumurtaları toplayışını ve yumurtaları vererek suluboyasını eline alışını hayal ediyordu. 

v  

Gerçekten de bugün yarın denebilecek kadar kısa bir sürede gelmişti çerçi. Selim, elinde yumurta sepeti, yüreği bir kuş gibi kıpır kıpır, meraklı gözlerle çeşmenin taşına oturmuş, çerçiyi bekliyordu.

Çerçi, köye girdi; atını durdurdu. Birkaç kadın kumaş, yazma, iplik gibi şeylere bakmaya başladılar. Kadınların alışverişi bitince Çerçi İsmail, atını sürdü, ağır ağır geliyordu. Bir yandan atını sürüyor, bir yandan da “Çerçi geldi, çerçi!” diye bağırıyor, müşteri topluyordu.

Selim, elinde yumurta sepeti, suluboya almak için çerçiyi bekliyordu. Bir an aklına çerçide suluboya olmayacağı ihtimali geldi. Bu çok kötü olurdu. Sipariş verince bir dahaki sefere getirirdi Çerçi İsmail, ama o zaman da okul kapanmış olurdu, neye yarardı ki…

Selim, başını iki yana sallayarak kafasındaki bu düşünceleri dağıtmaya çalıştı. Çeşmenin taşına oturmuş, elinde yumurta sepeti, suluboya almak için çerçiyi bekliyordu. Yumurtalar yetmezse komşudan ödünç alıp verebileceklerini söylemişti annesi, onun için rahattı. Yeter ki çerçide suluboya olsun, bir de on iki renklisi varsa…

Çerçi aşağı köşede yine durdu. Birkaç çocuk oyuncak, iki kadın birkaç naylon kap aldı. Çerçi hareket edince Selim oturduğu yerden doğruldu. Çerçi İsmail sepeti görünce, küçük müşterisinin önünde durdu.

—Bir şey mi alacaksın?

—Şey… Suluboya var mı?

—Yok, pastel boya var, kuru boya var; ama istersen gelecek sefere getiririm.

—Sağ olun, diyebildi Selim belli belirsiz bir sesle.

Çerçi atını sürdü, Selim geri döndü; elinde sepeti, eve doğru giderken cebinden çıkardığı küçük ilaç şişesini yolun kenarındaki otların içine attı. 

KÖPEK ENİĞİ (Hikâye)

Yazılmaz ki yansıma bir kelime olsun bir köpek eniğinin bağırması. Havlamak desem havlamak değil, inlemek desem inlemek değil. Duyanlar bilir. Aç kalmış, bir yerindeki yaranın ıstırabını çeken ya da anasını yitirmiş bir köpek eniği, yaramaz mahalle çocuklarının taşlarından kaçarkenkinin ağır çekimiyle bağırmaya başladı Akbaş apartmanının arka bahçesinde.

Derinden ve seyrek başlayan ses, eniğin kulakları sesine alışınca feryada dönüştü. Sessiz geceyi saat 2’sinde, önce delen, sonra yırtan bu ses, ilk etapta üç katlı Akbaş, dört katlı Yenigün apartmanlarında meskûn hafif uykuluların gecesini parçaladı. Kimi “hasbunallah” dedi, kimi “lahavle” çekti, kimi de sövdü. Susar şimdi, dediler susmadı; gider gider, dediler gitmedi.

Akbaş’ın ikinci katında bu gece bebeği sık sık uyanan ve bu saate kadar doğru düzgün uyumamış bir anne telaşlandı. Ağır uykulu kocası homurtularla uyandı:

 “Nereden çıktı bu Allah’ın cezası hayvan? Çocuğu uyandıracak…” diye söylendi. Kadın da:

“Bu saate kadar beni hiç uyutmadı. Daha biraz önce uykuya daldı.”diye dert yandı.

Adam sırtını döndü, yastığı kulağına bastırarak uflaya puflaya uyumaya çalıştı.

Yenigün apartmanının, fırının üzerindeki birinci katının arka balkonuna dayanmış olan ağaç merdivenin tepeye yakın basamaklarında bir gölge küçüldü ve dondu. Bu merdiven, adı deliye çıkmış sarhoş Selim’in çöplerini stokladığı mutfak balkona dayanmıştı. Merdivenin başında şimdi hareketsiz, korku dolu ve ağır bir gölge duruyordu.

Bu, Beyazıt’ın ilk profesyonel işi olacaktı. Akşam iyice gözlemişti Sarhoş Selim’i. Selim, bu gece yine küpleri devirmiş; evine gece yarısı ve zilzurna sarhoş dönmüştü. Bu saatlerde ölü gibi yatıyor olmalıydı, bomba atsan duymazdı ve iş için en uygun zaman buydu. Zira fırın işçileri, sabaha ekmek çıkarmak için saat üç – üç buçuk arası gelirlerdi. Selim’in kumarda kazanıp evinde biriktirdiği rivayet olunan dolarlardan, altınlardan birkaç parça, Beyazıt’ı âbâd etmeye yeterdi. Beyazıt’ın son işi olacaktı bu. Berat Gecesi yaklaşıyordu, tövbe edip affını dilemeye ta baştan niyet etmişti. Ev sahibi, bir başına ve günün yarısını yarı ölü yaşayan Sarhoş Selim olmasa böyle bir işe kalkışamazdı.

Selim esasen tehlikeliydi: Birkaç çeşit av tüfeği, tabanca, cephanelikçe kurşun vardı evinde. Ancak dedik ya sarhoştur, öğlene kadar baygın yatar. Top atsan uyanmaz.

“Hay Allah… Nereden çıktı bu hayvan? Defolup gider inşallah…”

Gitmedi. Köpek eniği sesini sonuna kadar açmıştı. Bağırıyordu, bağırıyordu…

Merdiven başındaki gölge kıpırdamadan duruyordu. Selim’in uyanacağını aklına bile getirmiyordu Beyazıt. Fakat “Köpek hiç susacağa benzemiyor. Milleti uyandıracak. Bu taraftan bir tane ışık yansa benim bittiğim gündür.” diye endişeleniyordu.

Beyazıt, eniği görüyordu, susturmak veya kovmak için hiştliyor, piştliyordu; ne var ki köpek susmuyordu, sesini beğenmişti galiba. Meşhur olmaya ahdi vardı sanki.

“Acaba çabucak inip kaçsam mı? Yok yok, kıpırdarsam görülürüm. Eli silahlı biri olur, maazallah! En iyisi, şu dutun gölgesinden istifade etmek ve kıpırdamadan beklemek. Şimdi gider.”

Enik, dar bir alanda daireler çiziyor, muhtemelen nefesini toplamak için ara sıra susar gibi yapıyor, sonra yine avaza başlıyordu.

Yenigün’ün sahibi Hacı Nusret Efendi ve hanımı, teheccüt namazı kılıyorlardı. Işıkları yakmamışlardı. Sokak lambasının ışığı eve loş bir aydınlık vermekle kalmıyor, lahuti bir hava da kazandırıyor, teheccütün tadına tat katıyordu. Hacı Nusret Efendi, üçüncü iki rekatin selamını verince dayanamadı, kalkıp pencereden sesin sahibini görmeye çalıştı. Bu arada hanımı da selam verip pencereye yanaştı. Gözleri karanlıkta iyi seçmeyen Nusret Efendi, hanımına eniği görüp görmediğini sordu. Hanımı görmediğini söyledi.

“Açlıktan mı bağırıyor acaba hayvan? İnip bir şeyler versem… Günahtır…”

“Açlıktan değildir.” diye cevap verdi hanımı, “Böyle feryat edecek kadar aç kalmaz köpek kısmı, çöp tenekeleri yiyecek dolu.”

“Peki derdi ne bu hayvancağızın gecenin bu saatinde?”

Hanımı birden hatırladığı bir olayı tahminine kaynak yaptı:

“Bugün, ikindine doğruydu. Selim Efendi Akbaş’ın bahçesinde bir köpek vurduydu silahla. Onun yavrusu filan olmasın bu? Anasını arıyordur.”

“Belki de… Vah vah, zavallı yavrucak! Ne istedi acaba hayvandan?”

“Bodrumdakilerin tavuklarına saldırmışmış.”

“Allah Allah… Ne yapsak acaba?”

“Canım ne yapacaksın. Hayvandır, bağırır bağırır, bulamayınca gider.” dedi kadın.

Köpek eniği, gecenin kulaklarını sağır etmeye kararlıydı. Gitmedi de susmadı da.

Sese uyanan iki dairenin ışığı yandı.

Merdivendeki gölge biraz daha küçüldü; fakat hareketsiz kalmak zorlaşmıştı artık, titremeye engel olamıyordu.

Akbaş’ın ikinci katındaki bebek mızırdanmaya başlamıştı; babası başına bastırdığı yastık sayesinde uyumuş görünüyordu, annesi şefkat kuvvetine dayanarak uykusuzluk ve yorgunluğa sabretmeye çalışıyor ve bebeğin uyanmaması için inşallahlı cümleler kuruyordu.

Hacı Nusret Efendi ve hanımı tekrar namaza durmuşlardı.

Sarhoş Selim, kıpırdanmaya başladı. Beyazıt, kıpırdanmamaya çalışıyor, küçük bir gölge olarak bir sürü dilekte bulunuyor, eğer bu durumdan kurtulursa o eniği bulup kıyma haline getirmeye; yok yok, eğer bu durumdan sağ salim, yakalanmadan ve rezil rüsva olmadan kurtulursa Berat Gecesi’ni beklemeden tövbe edeceğine dair antlar içiyordu.

Ve enik, mersiyesini uzattıkça uzatıyordu.

Başının ağrıdığını hissetti Sarhoş Selim. Gözlerini kısarak açmaya çalıştı. Lambayı yaktı, saate baktı, ne rakamları tanıdı ne zamanı anladı, biriktirdiği bütün parayı akşam kumarda kaybettiğini hatırladı ve sesi duydu. Sinirlendi. Askıdan bir tüfek aldı, mermisini kontrol etti. Sesin geldiği tarafa yöneldi. Mutfak balkonunun kapısını açtı.

Bir silah patladı gecenin iki buçuğu gibi. Namlu alev püskürttü. Yanan ışıklar söndü, sönükler yandı. Akbaş’ın ikinci katındaki bebek uyandı. Merdivendeki gölge yere düştü ve…

Köpek eniği sustu.