28 Haziran 2023 Çarşamba

DEĞİŞMEZ YASALAR

Medeniyet ve teknik sahasında yükselen, nüfusu günden güne artan insanlık; hayata hakim olacak sağlam ve değişmez yasalara gittikçe daha fazla ihtiyaç duyacaktır. Tıpkı insanın vücudu gelişip güçlendikçe daha ileri düzeyde akla ve zekaya ihtiyaç duyması gibi...

Bugünün toplumları Kur’an’a 7. yüzyılın Arap toplumundan daha fazla muhtaç. Çünkü onların basit bir hayatları vardı, çok fazla yaşam ilkesine ihtiyaçları yoktu. Bugünün medeniyeti karmaşık yapısıyla her seviyedeki ve her yöndeki ilişkilerini düzenleyecek doğru ilkelere muhtaçtır. Değişmez, tecrübe edilmeye ihtiyaç duymaz ilkeler şüphesiz Allah'ın kitabında bulunur. İnsanların ürettikleri ilkeler kendi tecrübelerinin ürünü olup önemli ölçüde hata ihtimali taşır.

Koyduğu yasalara uyanlar için hem dünyada hem ölümden sonraki hayatta mutluluk vaat eden; yasaklarını çiğneyenleri dünyada huzurdan yoksunlukla birlikte bazı hallerde çeşitli bedensel ve maddî yaptırımlara uğramak, ölümden sonraki hayatta da can yakıcı azaplarla korkutan bir sistem; mükemmel sistemdir.

Beşerî yasaların denetçilerinden gizlenebilirsiniz, ilahî yasaların denetçileri sizi her zaman ve her yerde kayıt altına alırlar. Dünya mahkemelerinin yargıçları ölümlü ve hatalı kullarken ilahî mahkemenin Hâkim'i ölümsüz, her şeyi gören, bilen ve ve her şeye gücü yeten mutlak adaletin kaynağı...

Yaratıcının yasalarına sırtını dönen bir cemiyet beşeriyetin koyu gölgesi içinde boğulmaya mahkumdur.

12 Haziran 2023 Pazartesi

FİRAVUN'UN ŞANSI

Çevremizde akıl danışacağımız hiçbir insanın bulunmaması bazen büyük bir şanstır. Birileri varsa ve biz onlara danışmışsak onlar da bilmediklerini itiraf etmişlerse bu da bir şanstır.

Elbette bir bilene rastlayıp akıl almak en iyisidir, fakat bilenin olmadığı yerde ilk iki seçenek çok kıymetlidir. Böyle bir durumda en büyük talihsizlik ise bir cahilin fikrini sormak, cahilin de bilenler gibi konuşmasıdır.

Yusuf Peygamber Mısır zindanlarının karanlıklarında çilesine çile eklerken birkaç gece ilginç rüyalarla uyanan Firavun'un en büyük talihi, etrafındaki bilginlerin ve kahinlerin "Bu gördükleriniz karmakarışık düşlerdir ve biz bunların yorumunu bilmiyoruz." diye bilgisizliklerini samimi olarak itiraf etmeleri olmuştu.

Böylece bilen birini aramaya devam etti, Yusuf'u buldu. 

Yusuf; bilgi ve hikmeti cahilleri, iffeti edepsizleri rahatsız ettiği için nisyan kuyularına atılmış haldeydi. Rüya yorumlamaktaki bilgisini, dürüstlüğünü tecrübe etmiş bir saray çalışanının aklına Yusuf'u getirdi Firavun'un bilgiye duyduğu ihtiyaç. 

Bundan binlerce sene önce karanlık zindanlara, geniş sınırlara, karşı konulmaz kuvvetlere, kanun hükmünde kelamlara sahip bir kral bilgiye kıymet veriyordu. Hem de sahibinin kimliğine, nerede ve niçin bulunduğuna bakmaksızın... 

Haksız yere hapse tıkılan Yusuf'un suçsuzluğunu itiraf ve iade-i itibar ettiler. 

Firavun, hakikatli adamdı. Bilgisini alıp Yusuf'u bir kenara atmadı. Kıymeti özünde taşıyan Yusuf ile devletinde bir makamı şereflendirdi. 

Firavun'un çevresindeki kâhinler, biliyormuş gibi kralın rüyasını yorumlasalardı büyük felaketlere sebep olabilirlerdi. 

Kralın rüyasındaki Nil'den çıkan yedi besili ve güzel inek ile yedi yeşil başağı, önlerindeki yedi bolluk senesi olarak yorumladı Yusuf. Nehirden çıkıp semiz inekleri yiyen yedi cılız ve çirkin inek ile yedi yeşil başağı yiyen yedi kuru başak da bolluk yıllarını takip edecek ve insanların elinde avucunda ne varsa yiyip tüketecek yedi kıtlık senesiydi. 

Basit gibi gözüken bu yorumu bilginler bilselerdi Yusuf'a başvurmazlardı, Firavun yanında kıymetleri artardı. İçlerinden biri yanlış bir yorum yapsaydı, Hz. Musa'nın doğduğu vaktin Firavun'una rüya yorumlayan kâhinin sebep olduğu gibi büyük felaketlere sebep olabilirdi. Deseydi ki -mesela- "Yedi besili inek sizin hükümranlığınızın yedi sene huzur içinde devam edeceğine, onları yiyip yok eden yedi cılız inek de sonraki yedi senede sizin hükümdarlığınıza son vermek isteyen kimselerin ortaya çıkacağına ve ülkede karışıklıklar çıkaracaklarına delalet eder." 

Firavun da ne yapması gerektiğini danışsaydı onlara; onlar da halk arasında casuslar dolaştırmasını; Firavun aleyhine konuşan, idareden şikayet eden, şüpheli davranan kimseleri bulup getirmelerini ve öldürtmesini tavsiye etselerdi mesela, tarihin akışı bambaşka olurdu. 

Ve Firavun onların tavsiyelerini uygulasaydı, ülkede yedi yıl yağmurlar yağsa bile zulüm ve akan kanlar yüzünden bolluktan huzurdan eser olmazdı. Sonraki kıtlık yılları bile Firavun'un zulümleri yanında hafif kalırdı. 

Firavun'un şansı, etrafındaki bilgisizlerin suskunluğuyla birlikte onun bilgi arayışı ve doğru insanı bulması ve ona güvenip yetki vermesiydi.      

5 Haziran 2023 Pazartesi

SEÇİLMİŞLER - ATANMIŞLAR - KAZANMIŞLAR

Seçilmişler mi, atanmışlar mı?

Üst düzey (!) devlet ricali arasında ve neredeyse sadece taraflardan biri, övünme ya da meşruiyet delili olarak bunu ileri sürer. 

"Sen kim oluyorsun da bana direktif veriyorsun. Ben seçilmişim, sen atanmışsın." 

Kurum amirine, müdürüne bu silahla saldıran köy muhtarı işitmiştim. 

Bu mantığa göre sandıktan çıkmak en büyük paye, mutlak üstünlük... 

Atanmışlar -yani sandığa girip sandıktan çıkmamışlar- şayet hiçbir vasfı yokken, mesela okullarda okumadan, sınavlardan geçmeden, göz nuru döküp dirsek çürütmeden birileri tarafından alınıp bir yerlere oturtulmuşlarsa -doğrudur- seviye olarak aşağıdadırlar. Ama memlekette kamuda hizmetli olabilmek için bile en az lise diploması ve KPSS gibi sınavlardan geçer puan istenirken ilkokul diplomasıyla sınavsız puansız milletvekili olunabildiğini hesaba  katarsak atanmışların öyle sokaktan tutulup getirilmediğini anlayabiliriz. Sıradan bir memur olabilmek için en az lisans düzeyinde üniversite mezunu olmak; bir iki kademe yüksek memuriyet için yüksek lisans, doktora seviyesinde eğitim, yabancı dil bilmek gibi niteliklerin şart koşulduğu "atanmışlar" tarafında koltuğa oturmanın bedeli çok da ucuz gibi gözükmüyor. 

Seçilmişler cephesinde durum, iddia edildiği gibi mi acaba? Seçilmişler gerçekten seçilmişler midir, yoksa onlarda da atanmışlık şüphesi var mıdır birazcık? 

Üzerlerinde hiçbir atanmışlık belirtisi olmayan köy/mahalle muhtarları memleketin en seçilmiş bürokratları olarak kasıla kasıla gezme hakkına sahiptirler. Partilerin milletvekillerine gelince, aday adaylığından aday konumuna yükselmeleri genellikle atanma yöntemiyle oluyor. Daha açık bir ifadeyle, başkanınız sizi aday listesine koymadan seçime bile giremiyorsunuz, yani seçilebilme hakkına ancak atamadan sonra sahip olabiliyorsunuz. 

Öte yandan atanmışların atanması da -esasen- bir seçim sonucunda gerçekleşiyor. Amir, başkan vb. zihnindeki ya da önündeki adaylardan birini seçip atıyor. Seçilmişlerin aksine, atanmışlar cephesinde önce seçim, sonra atama var.

Tek kişinin seçimine itiraz edilebilir ama seçenlerin sayısının fazla olması mıdır bir seçimi isabetli kılan. Bugün birçok insanın ne düşüncelerle veya ne kadar düşüncesizce sandıklara zarfları attığına şahit olmuyor muyuz? Sağını solunu tanımayan nicelerinin sağcılık-solculuk dava ettiklerini az mı görüyoruz? Kendisini idare etmekten aciz olanların memleketi idare edecekleri seçmesinde hiç mi gariplik yok? Seçilmemişlerin oylarıyla seçilmiş olmak, nasıl oluyor da kişiyi seçilmemiş seçmenlerden üstün konuma getiriyor? Üstelik geçici bir süre için seçilmiş olmak, işin rengini büsbütün berbat etmiyor mu?

Eğer seçilmişler üstünlükten dem vurmak, ayrıcalıklı konumlarıyla hava atmak zorundalarsa -ki bazılarının emek vererek, okuyarak, eğitim alarak bir yerlere ulaşmanın zorluğundan kaçtıkları ve bununla birlikte bir konuma gelmeyi de çok arzuladıkları için düştükleri çukurdan siyaset merdiveniyle çıkmaya çalıştıklarını gözlerimle görüyorum- kendileri gibi seçimlere girdiği halde seçilememiş olanları muhatap almalıdırlar. "Ben seçilmişim, sen atanmışsın." diyerek esasen okumuş, sınavlardan geçmiş ve kazanmış, ardından emeğiyle bir yerlere gelmiş olanlarla boy ölçüşmeye kalkmak yerine, kendileri gibi aday olabildiği halde seçilemeyenlere "Ben seçilmişim, sen seçilememişsin." diye doya doya büyüklensinler.     

Eğitim ve öğretimin önemsenmediği, herkesin gözünü makama koltuğa kolay yoldan -seçimle çalışan mekanizmaların peşinde dolaşıp seçilme fırsatını kollamak gibi- oturmaya diktiği bir toplumda emanet zayi olur gider. Emanetin zayi olduğu toplumun kıyameti kopar. Bu son cümleyi Hz. Peygamber söylüyor.     

ÖMER'İN ÜLKESİ

Medine sokaklarından birinde birkaç delikanlı oyun oynamakta, eğlenmektedir. Sokağın başından azametli halife, Hz. Ömer görünür. Gençler kaçıverirler, biri dışında. 

Ömer (Allah kendisinden razı olsun), gencin yanına gelince sorar:

"Sen niçin kaçmadın arkadaşlarınla birlikte?"

Genç, sanki günün birinde bu sorunun kendisine sorulacağını biliyormuş da cevabını hazırlayıp beklemekteymiş gibi cevap verir:

"Sen bir zalim değilsin ki bana zulmetmenden korkayım. Ben bir suç işlemedim ki beni cezalandırmandan korkayım. Sokak da yeterince geniş, sen de sığarsın ben de sığarım."

Huzurlu bir memleketin, ideal bir ülkenin örnek lideri ve halkından numune bir fert...  

Suçsuz olan hiç kimsenin cezalandırılmaktan, iftiraya uğramaktan endişe duymadığı bir memleket... Mücrimlerin, adaletin yakalarına yapışacak elinden korktukları; böylece zalimlere korku, masumlara güven veren bir yönetim... 

Halkın en zayıfının, memleketin en güçlüsü önünde titremeden, ezilmeden büzülmeden, sesi kısılmadan, kekelemeden, isteneni değil istediğini konuşabildiği bir ülke...

Ömer'in ülkesi...

Sokakları, yolları geniş...

Dar olsa ne olur ki... Zor değil, genişletilir.

Olmasa da olur, insanlar insan olsun, biri birine yol açar, ikisi de geçer.

Zor olan, Ömer olabilmek; zor olan Ömer'inki gibi vatandaşlar yetiştirebilmek...