7 Temmuz 2022 Perşembe

SINIK (Hikâye)

Bir Ramazan günü iftarın beklendiği vakitlerde, sokakta arkadaşlarla oynuyorduk. On üç yaşımdaydım. Henüz otuzda otuz tuttuğum Ramazanların ilklerinden biriydi, açlık ve susuzluğun doruğa çıktığı iftara yakın vakitler, ancak oyun oynayınca çabuk geçiyordu.

Oyuna daldığımız sırada bizim evden bir feryat yükseldi. Annem, kucağında benden on yaş küçük kardeşim Rıza olduğu halde telaşla dışarı fırladı. Rıza amansızca ağlıyordu, annem ne yapacağını şaşırmıştı. Sesi işiten babam da evin arkasından koşup gelmişti:

"Ne var? Ne oldu?"

Annem soluk soluğa bağırarak anlatıyordu:

"Yemek yapıyordum, Çocuklar da oynuyordu. Büyük kız, oğlanın üstüne düşmüş."

Rıza’nın feryadı devam ediyordu.

"Dur hele yahu, telaşlanma. Bir su içir, sakinleşsin çocuk."

Annem, Rıza’yı babamın kucağına verip suya koştu. Babam, susturmaya çalıştı, fakat nafile. Rıza, etinden et kesilircesine ağlıyordu.

Bizim oyun, daha ilk anda bitivermişti. Şaşkın şaşkın bakıyorduk. Çocuğun ağlaması içimi yakıyordu, gözlerim dolmuştu. Bir şey yapamıyordum, babam ve annem de yapamıyordu.

Rıza’yı dutun altındaki sedire yatırdı babam. Su verdiler, içmedi; yüzüne su sürdü babam, bir şey değişmedi.

Kız kardeşlerim de kapının eşiğinde suçlu suçlu bakıyor, hatta büyük kardeşim Hatice, ağlıyordu. Babam, onlara doğru yönelince ikisi de korktu. Hatice ağlamasını artırdı. Babam:

"Kızım, neresine düştün?" diye sordu.

Hatice cevap veremiyor, ağlıyordu.

"Kızım, kızmayacağım, söyle neresine düştüysen, orasına bakalım."

Hatice, yumruk haline getirdiği ellerinin tersiyle gözlerine bastırarak ağlarken:

"Bacağına…" diyebildi.

"Hangisine?"

"Bilmiyorum…"

"Muzaffer abiye götürelim." dedi babam anneme. "Çocuğun bacağına bir şey oldu herhalde."

Rıza hâlâ ağlıyordu.

***

Muzaffer amca, sokağın başındaki evde oturur, sınıkçıdır. Geleni gideni eksik olmaz. Kolu çıkan mı dersiniz, bacağı kırılan mı, ayağını burkan mı… Doktor, hastane bilmez Sınıkçı Muzaffer amcayı bilenler. En çok  da kendi oğlu Mehmet’te gösterir Muzaffer amca hünerini. Mehmet’in sık sık kolu omuzdan çıkar. Bereket versin babası sınıkçıdır ve hemen koyuverir kolu yerine. Kızar, tembihler Muzaffer amca: “Oğlum, dikkat et! İyice yalama ettin kolu.”

Aldırmaz Mehmet. Yine koşar, yine oynar, yine maç yapar, yine düşer… Çıkar  aynı kolu yine omzundan. Korka korka gider babasının yanına. Bazen de söyleyemez kolunun çıktığını da babası anlar onun oyunda olmadığını görünce. Çağırır Mehmet’i, sorar “Kolun mu çıktı?” diye. “Hayır, çıkmadı.” der Mehmet. “Kaldır bakayım o zaman sol kolunu havaya.” Zorlanır da kaldıramaz kolunu Mehmet. Babası yine kızar, kolu yerine koyar, yine nasihat eder. Her şey kaldığı yerden devam eder.

Sınıkçı Muzaffer amca alışıktır buna. Mehmet de alışıktır, fakat biz alışık değildik.

***  

Babam, Rıza’yı kucaklayıp sedirden aldı ve Muzaffer amca’ya götürdü. Biz de peşinden gittik.

Muzaffer amca, kapısının önündeki çeşmeden akşam için abdest alıyordu. Ses şamata ile gelen grubu görünce, sağ kol yıkanmış, sol kol yıkanmamış haldeyken bıraktı abdesti, doğruldu.

"Ne hayır komşu? Ne oldu çocuğa?"

"Bilmiyorum" dedi babam, "büyük kız bunun üstüne düşmüş herhalde. Bacağı mı kırıldı acaba bilmiyorum ki…"

"Anlarız şimdi" dedi Muzaffer amca, "getir, hele şu divana yatır."

Babam, Rıza’yı duvar dibindeki divana yatırdı. Çocuğun ağlaması biraz hafiflemişti ki Muzaffer amcanın elleri, bacaklarında gezmeye, ovmaya, sıkmaya başlayınca yeniden veryansın başladı.

Muzaffer amca, Rıza’nın bacaklarını katlıyor, açıyor, sağa sola büküyor, zayıf parmaklarıyla etlerini sıkıyor, hastasına teşhis koymaya çalışıyordu. Çocuğun ağlaması yürek dağlıyordu.

"Bir şey yok" dedi Muzaffer amca, "eti ezilmiş" diye koydu teşhisini.

"Kırık çıkık yok değil mi?" diye teyit etmek için sordu babam.

"Yok yok, sağ bacağın eti ezilmiş. Sabunlu ılık suyla ovun, geçer."

"Çok şükür" dedi babam, "Allah razı olsun, seni de bu dar vakitte rahatsız ettik."

"Ne rahatsızlığı… Komşuyuz şurada…"

Babam Rıza’yı tekrar kucakladı. Rıza yorulmuştu ağlamaktan. İç çekerek ağlıyordu, ancak sesi eskisi kadar gür değildi.

Muzaffer amca “İftar edelim komşu.” diye teklifte bulununca hatırladım ezanın çoktan okunduğunu.

"Sağ ol" dedi babam, "çocuğu götüreyim ben."

"Peki" dedi Muzaffer amca, "yatırın, yarına kadar kalkmasın, yarın koşar."

Eve gittik, çocuğun ağlaması biraz azaldı. Sadece ayağını kımıldatınca ağlıyordu. İftar ettik, annem sabunlu ılık suyla Rızanın sağ bacağını iyice ovdu. Ovarken Rıza bütün gücünü toparlıyor ve feryat ediyordu.

Aradan birkaç saat geçince Rıza, ara sıra cılız bir sesle ağlamaya başlıyor, biraz sonra susuyordu. Uyuyor; fakat birkaç dakika sonra irkilerek uyanıyor ve ağlıyordu. Bu hal bir süre devam etti.

Nenem:

"Cinlenmiş bu çocuk." dedi.

"Ne cini ana? Eti ezilmiş, ondan..."

"Yok oğul yok, köydeyken bende de olmuştu, bilirim, dar vakitte olur böyle şeyler. Okutmak lazım."

"Oku o zaman ana!"

"Benim okumamla olmaz. Git Hüseyin Hocayı al, gel."

"Yahu bırak şu adamı ana, ondan hoca mı olur? Kumarcıdan… Tövbe ya Rabbi…"

"Olmasa o kadar insan gelir mi? Kapısı hastadan geçilmez."

"Ben inanmam öyle şeye. Eti ezilmiş dedi Muzaffer abi. Sabaha iyileşirmiş."

"Sus oğlum sus. Günahtır, gabya iman gerek."

"Amenna, inanırım da Hüseyin’e inanmam."

***   

Evimizin en yorulmaz varlığı duvardaki saat, insanların susmasını fırsat bilip sesini yükseltiyor, tik tak şiirini bizlere ezberletmeye çalışıyordu. Ne kadar zaman geçti, bilmiyorum; ama Rıza, hep irkilerek uyanıp ağladı ve tekrar bir daha irkilerek uyanmak üzere uykuya daldı.

Nenem tekrar Hüseyin Hoca fikrini ortaya attı.

"Taksici Yaşar’ı çağırıp doktora götüreyim." dedi babam.

"Doktor ne yapsın oğul, dar vakitte düşünce üç harfliler sahiplenmiş çocuğu belli ki, git getir Hüseyin Hoca’yı, okusun, geçer."

"Hoca deme şuna ana! Abdest yok, namaz yok…"

"Herkes hoca diyor. Kalk haydi, kalk da git getir, okusun."

Babama da makul gelmiş olmalı ki kalktı, gitti. Vakit gece yarısına yaklaşmış, sahura kalkamama korkusuyla komşuların çoğu ışığını çoktan kapatmıştı. Fakat Hüseyin Hoca öyle erken yatanlardan değildir. Sahuru yiyip de yatıyormuş. Kendisi söylemişti.

***   

Babam, yanında uzun boylu, zayıf, avurtları içine çökmüş, yüzü birkaç günlük sakallı Hüseyin Hocayla oda kapısından içeri girdi. Selam verdi ev halkına Hüseyin Hoca, “Geçmiş olsun.” dedi, neneme hal hatır sordu, Rıza’nın yanına oturdu ve elini Rıza’nın alnına koydu. Rıza yine irkildi ve iyice mecalsiz kalan sesiyle ağlamaya başladı.

"Sürekli böyle mi yapıyor?" diye sordu neneme bakarak Hüseyin Hoca.

"Kaç saattir böyle..." diye cevap verdi nenem.

"Cinler sahiplenmişe benziyor."

Durdu, düşündü.

"Bana bir tas, bir de sürahiyle su getirin."

Kapının önünde ayakta bekleyen annem mutfağa gitti, istenenleri getirdi. Hüseyin Hoca, tası yere koydu, sürahideki suyla tası, ölçüp döküyormuş fikri vererek, yarıyı biraz geçecek kadar doldurdu. Tası iki eliyle aldı, ağzına doğru yaklaştırdı. O an suyu içeceğini zannettim. Sesli bir besmele çekti ve sessizce bir şeyler okuyup suya üfledi. Okudu, üfledi; okudu, üfledi… Rıza yine birden irkildi, Hüseyin Hoca da irkildi.

Hüseyin Hoca tasın içine, yitiğini arıyormuş gibi dikkatle bakıyordu. Tasın içindekini çok merak ettim. Oturduğum yerden kalktım ve tasın içini görebileceğim şekilde Hüseyin Hocaya yaklaştım. O yine bütün dikkatiyle tasa bakıyor, okuduklarını üflüyordu. Tasta sürahiden dökülen su vardı. Merakım iyice artmıştı: Acaba tasta benim göremediğim ne görüyordu?

Rıza tekrar irkildi, Hüseyin Hoca da irkildi ve “Allah” dedi. Tası bana uzattı: “Götür.”

Gözlerim gerildi tası alınca. Tası mutfağa götürdüm, içinde sadece su görüyordum. Konuşulanları kaçırmamak için suyu sonra incelemeye karar verdim. Odaya girdiğimde,

"İki taneydi, ikisini de yaktım. Dar vakitte düştüğü için sahiplenmişler. Yaktım ikisini de. Artık rahat eder, uyur."

"Allah razı olsun." dedi nenem.

Hüseyin Hoca, müsaade istedi ve gitti. Onu uğurlayıp odaya tekrar girdiğimizde nenem haklı çıkışına seviniyordu.

"Bak, gördün mü ben demiştim, üç harfliler sahiplenmiştir diye."

Babam bana ve kardeşlerime:

"Haydi gidip yatın siz de. Gece bitecek nerdeyse. Sabah kalkamazsınız."

Ben tası hatırladım, mutfağa koştum. Tas yoktu. Anneme koştum, yataklarımızı yapıyordu. Tasa ne olduğunu sordum.

"Döktüm." dedi.

"Niye?" dedim.

"Ne yapsaydık ya oğlum, içse miydik, o kadar içine üfürdü pis sigaralı nefesini."

***   

Biz uyuduk, ama annem uyumamış sahura kadar, çünkü Rıza hep irkilip irkilip uyanmış, ağlamış.

Sahura zar zor kalktım. Ayakta uyuyordum. Babam:

"Sabah olsun da hastaneye götürelim." dedi.

Nenemden ses çıkmıyordu.

***   

Sabah, babam işe gitmedi, Rıza’yı hastaneye götürdü, film çektirip getirdi. Filmler öğleden sonra çıkacaktı. Eğer kırık ya da çıkık varsa çocuk tekrar götürülecek ve bacak alçıya alınacaktı.

"Olmaz" dedi nenem, "alçı olmaz. Yanlış kaynıyor, sonra bir daha kırıyorlar. Alçı olmaz, Muzaffer Efendi sarar. Herkes ona getiriyor." 

Öğleden sonra babam filmleri alıp geldi, bacakta kırık varmış. Nenem ısrarla karşı çıkıyor alçı işine. Babam kararsız. Böyle konularda nenemin zekâtı kadar konuşmayan dedem de söze karıştı:

"Alçı olmaz oğlum, doktorlar anlamaz kırıktan, alçıya alınanların çoğu yanlış tutuyor. Götür Muzaffer’e, sarsın, inşallah tutar."

"Olmaz baba, dün baktı, bir şey yok dedi, eti ezilmiş dedi. Hâlbuki çocuğun bacağı kırıkmış. Anlasa, bakar bakmaz anlardı."

"Başka bir sınıkçı bul o zaman." dedi nenem.

"Ben bir sorayım." diye evden çıktı babam. Çarşıya gitti. Dönüşte, Büyükdede köyünde iyi bir sınıkçının olduğu haberiyle geldi.

"Çok övüyorlar. İyi anlarmış. Ona götürelim."

Telefon açıldı, Taksici Yaşar geldi. Rıza, annem, bir de babam binip gittiler.

Köy pek de yakın değilmiş meğer, yatsı namazından da sonra geldiler.

***   

Büyükdede köyünün sınıkçısı; yetmişinde, ak saçlı, aksakallı bir ihtiyarmış. Kırığın yerini, filme bakmadan parmaklarıyla ovarak bulmuş. Tabii bu arada Rıza ağlıyormuş yine. Sarmadan önce filme de bakmış, filmden de anlarmış meğer.

"Saralım, on güne kadar yürür." demiş.

Babam:

"Yanlış tutmaz değil mi?" diye sormuş.

"Tutmaz inşallah." demiş sınıkçı dede.

Önce Rıza’nın ayak bileğine bir bezin ucunu bağlamış, diğer ucunu da kendi beline… Babam çocuğu tutuyormuş, dede de belini geriye asılarak bacağı gerdiriyormuş. Rıza’nın feryadı göklere yükseliyormuş bu arada. Sabunlu ılık suyla ovmuş, ovmuş; sonra yavaş yavaş bacağı kalınca bir bezle sıkıca sarmış.

"Kalkmasın, yatsın. Çocuktur, kolay kaynar. Bir haftaya basar, on güne de yürür inşallah. Bir şey olursa yine getirin." demiş.

Babam, tereddüt içinde… İki gündür yaşananlardan, Sınıkçı Muzaffer’den, Hüseyin Hoca’dan, alçıyla yanlış tutan kırıklardan bahsetmiş.

Demiş ki Sınıkçı Dede:

"İnsan bazen gözünün önündekini bile göremez, elindekini yana yakıla arar durur. Bazen bir derdin devasını hekimler, cerrahlar bulamaz da bir köyde ot kaynatan kadın bulur. Cin de haktır, cinlenmek de vardır. Sizin sınıkçı efendi de, ister hakiki olsun ister yalancı olsun hoca da öylece görememişler işte. Vardır bir hayır. Hekimlere güvenmemek olmaz, sadece onlara güvenmek de olmaz. Dertlere derman yaratan Allah’tır çünkü. Şafi’dir O’nun bir adı da, şifayı veren O’dur. İlaç da, alçı da, sargı da, hekim de, hoca da, dede de inşallah vesilelerdir."

DİNAYET

Halkımızdan Diyanet'e dinayet diyen çok insan vardır.

Diyanet kelimesinin telaffuzunda zorluk göremiyorum. Kelimeye takla attırmanın gerçek sebebini de bilemiyorum. Ancak insanımızın diyanet kelimesinin lügat anlamını bilmediği şüphesiz. 
Diyanet kelimesi Kamus-u Türki'de "Dindarlık, ahkâm-ı dîniyeye tamamiyle riayet" şeklinde anlamlandırılmış ve "Ashab-ı diyanetten bir zattır." cümlesiyle örneklendirilmiş. 

TDK ise "1) Din kurallarına bağlı olma durumu. 2) Din." şeklinde karşılık vermiş. Dinayet kelimesinin ise herhangi bir karşılığını bulamadım. 

Yüksek bir yerden 80 milyona doğru çoğalan halkımıza haykırma imkânım olsaydı "Dinayet diye bir kelime lügatte yok." diye bağırırdım. 
Acaba insanımız dinayeti DİN+AYET şeklinde dinle ilgili iki kelimenin birleşimi sanıyor olabilir mi? 

Kendince dinî bir söylem tutturan kimileri de Diyanet İşleri Teşkilatı için özellikle dinayet kelimesini kullanıyor. Onlar da bununla dinayet kelimesinin "denî (دني)" (alçak) kelimesinden türediğini varsayarak bir ülkenin din işlerini yürüten koskoca bir camiaya hakaret etme bahtsızlığına düşüyorlar. Oysa "denî" anlamına gelen kelimenin kökünden "dinayet" kelimesinin elde edilebileceği bir kalıp Arapça tarihinde henüz doğmadı. Böyle bir deniyyete tevessül etmekle nereye ulaşaçaklarını anlamak zor.

Cahil halk kelimeyi, ne dediğini bilmeden kullanıyor. Hatta bizim halkımız, bir zamanlar çıkan Diyanet Gazetesi'ni arşivleyip iki kapak arasında bir mecmua haline getirse bile içteki bütün gazetelerin başlığındaki diyanet kelimesini mecmuanın kapağına dinayet şeklinde yazabilecek kadar kelimelerin yabancısıdır.


LATİNCE KUR'AN

1 Kasım 1928'de Türk Harf İnkılabı yapıldı. Dokuz asır boyunca Türklerin kullandığı Türkçeye uyarlanmış Arap harfleri kaldırılarak Latin harfleri Türkçeye uyarlanıp kabul edildi. Kimilerine göre iyi yapıldı, kimilerine göre kötü. 

Osmanlıca dediğimiz yazı, yani Türkçeye uyarlanmış Arap alfabesi ile Türkçe cümleler yazıp okumak çok da kolay değildi. Uyarlama işlemi yeterince başarılı değilmiş demek ki. Bu problemin çözümü alfabenin değiştirilmesi mi olmalıydı? Birkaç rötuş yapılamaz mıydı? 

Alfabeyle birlikte pek çok şey de değişti zamanla: Alimler gazete bile okuyamaz hale geldi. Kitaplar müzelik oldu. Kültür, medeniyet, inanç ibreleri Batı'ya meyletti. "ج ث ت ب ا ..." sembolleri kepek yaptığı için Kutsal Kitap'ın harfleri de değişti. Kur'an okuyanlar yeni harfleri biliyormuş gibi... 

Arap harfleri Türkçeyi ifadede yetersiz kalıyorken Latin harfleri Kur'an'ı yazmakta yeterli mi olacaktı? Aşağıda transkripsiyon ucubesi haline getirilmiş Latin harfli Arapça Kur'an'ın ilk sayfalarını ve Yasin sûresinin başladığı bölümünü takdirinize sunuyorum. Bunun yerine Kur'an'ın esaslı bir mealini yayınlamış olsalardı keşke... 

 

İYİ OLMAYA ÇALIŞMAK

Bazı laflar -söz yerine laf kelimesini özellikle kullandım- var, kimden türediği belli değil fakat süratle yayılıyor. Yanlışlar, doğrulardan fazla taraftar bulabildiği için bu laflar da küçüğünden büyüğüne, okumuşundan cahil kalmışına, kentlisinden köylüsüne cümle halkın dilinde sakız olmaktadır.

Son zamanlarda "Nasılsın?" sorusuna verilen "İyi olmaya çalışıyoruz." cevabı da bu ucube laflardan birisi.

"Nasılsın?" diye hâlimizi hatrımızı soran birisine "İyiyim, Allah'a şükür, şükürler olsun, elhamdulillah, teşekkür ederim" ya da "İdare ediyoruz, hastayım, kötüyüm..." gibi birçok cevap verilebilecekken "İyi olmaya çalışıyoruz." şeklinde üç tane kelimeyi israf edip de beş para etmeyen bir şey yumurtlamak, verilebilecek en çirkin cevaplardan biri olsa gerek.

İnsanın gün içindeki bütün gayreti "iyi olmak" için çalışmak mıdır? 

İnsan ya iyidir ya kötüdür ya da ikisi arasında bir yerdedir. Bunu da yukarıda tırnak içinde verdiğim sözlerle ifade edebilir. 

Halimizi soran bir insana, çok zor durumda değilsek olumsuzluk izhar etmek, kula karşı nezaketsizlik; yaratıcıya karşı da şükürsüzlük ve nankörlüktür. 

Şehirde okumuş adamlardan duyduğum bu lafı, köyde önünde eşeğiyle tarladan dönen üstü başı toz toprak bir adamın, nasırlı elleriyle tuttuğu telefonla konuştuğu kişiye sarf ettiğini görmek, lanet olası lafların nasıl taraftar bulduğunu bana bir kere daha gösterdi.

DİRİLİŞ

Bundan yüz sene önce yokluğun zifiri karanlığında, ismi cismi olmayan bir yokluk iken zamanın bir diliminde bizim irade ve ihtiyarımız olmaksızın var olduk. Zamanın bir noktasından sonra istesek de istemesek de hayat sahnesinin dışına çıkarılacağız. Bir insan hayatı, alev almamış bir kibrit çöpünün çıkardığı kıvılcım kadar. İnsanlığın, iki karanlık arasındaki kıvılcımların toplamından ibaret olan milyonlarca yıllık hayat ışığı, ezelden beri yanmadığına göre ebede kadar da sürecek değil.

Hayat çok kıymetli, yaşamak çok güzel; yokluk çok kötü, ölüm arzulanacak bir şey değil. Ne var ki hayatın en büyük gerçeği, kalıcı tek tarafı o.

Ölümsüzlük arzusunu insanlık eski masallarda bırakmış, âb-ı hayatı bulmaktan umudunu kesmiş; yerin derinliklerinde, uzayın karanlıklarında bir şeyler keşfetmeye çalışıyor, her şeyi arıyor ölümsüzlükten başka. En fazla muhtaç olunan en büyük arzuya karşı en derin umutsuzluk hali...

Mümkün olsaydı sonsuz bir hayata insan “hayır” demezdi herhalde. Öyleyse ölümden sonra ikinci bir hayatın varlığını neden istemesin ki insan? Hangi insan, kaybetmiş olduğu çok değerli bir malını kıymetinden hiçbir şey eksilmemiş olarak günün birinde bulmak istemez ki?

İkinci bir hayat; fakat bu defa ölümü olmayan, başının dişinin ağrımayacağı, elem, keder, yorgunluk, bıkkınlık bulunmayan ve ölümlü yaşamda sevip bağlandığımız kimselerin de içinde olduğu sonsuz bir hayat... Daha ne isteriz ki...

Öldükten sonra böyle bir hayata gözlerin açıldığı dirilmenin gerçekliğine bir insan neden inanmak istemez ki?

Bunun cevabını elbette biliyoruz:

Bu ikinci sonsuz hayatta, Ahiret hayatında, şimdiki hayatımızın hesabı sorulacağı için... Ahiret hayatına inanmak; dünya hayatını keyfimizce değil, Allah’ın istediği şekilde yaşamamızı zorunlu kıldığı için... Sonsuz hayatın keyfini, yalnızca buradaki sınırlı yaşamında bedelini ödemiş olanların süreceği, burada keyfince yaşayanların sonsuz hayatta keyifleri kaçacağı için...
Oysa bu, dünya hayatında bile temel bir kanun: Herkes çabasının ve emeğinin karşılığını alıyor.

Öldükten sonra dirilmek ve bu hayatta yaptıklarından ve yapmadıklarından hesaba çekilmek, ardından hak ettiği şekilde muameleye tabi tutulmak ve bundan sonra bir daha ölüm yüzü görmemek akıl ve mantık açısından imkânsız değil. Bunun olağan dışı bir durum olması, olamayacağını göstermiyor. Bu hayatta bile ne akıl almaz olayların nasıl da sıradan hale geldiğini görmüyor muyuz? İnsanların ellerinde tuttukları kutular aracılığıyla dünyanın öbür ucundaki insanlarla görüntülü olarak konuşabileceklerini bundan yüz sene önce söyleselerdi aklımız almazdı büyük ihtimalle. Yüzlerce insanın bir kutunun içine binip havada uçarak dünyanın öbür ucuna kısa sürede gideceklerini bundan üç yüz sene önce söyleyen adamın aklıyla alay ederlerdi herhalde.

Gün gelip yeryüzündeki bütün insanların, hatta bütün canlıların ölüp hayatın sona ermesi akla mantığa aykırı bir durum mu? İnsanların kendi tercihleri ve iradeleri olmaksızın ilk defa hayat buldukları gibi yaşayıp ölmüş olan bütün insanların tekrar diriltilip yeniden hayat bulmaları neden imkânsız olsun ki? İlk defa yaratan, ikinci defa yaratamaz mı? Allah’ın varlığına inanmayan bir insan da düşünmeli ki yokluktan varlığa ilk defa çıktığında buna kendisi engel olamamıştı, ister istemez bu hayata geldiği gibi ölümünün üzerinden yüzlerce yıl geçip çürüyüp toprak olduktan sonra bile olsa tekrar dirilmeye ve ikinci hayata uyanmaya başlarsa buna engel olabilecek mi? Yaşama ilk defa gelmek normal de ikinci defa gelmek mi anormal?

Öldükten sonra diriliş, neredeyse bütün dinlerde kabul edilen bir gerçektir. Keyfiyetteki sayısız farklılığa rağmen genel olarak bütün dinlerin yeni bir hayatın varlığını onaylamaları, asla yabana atılamaz.

İslam’ın temel inançlarından birisi de Ahiretin varlığıdır. İslam inanç esaslarını iki madde halinde ifade edecek olsak "Allah'tan başka tanrı yoktur." cümlesiyle özetleyebileceğimiz "tevhit akidesi"nden sonra ikinci sırada "öldükten sonra dirilip sonsuz bir hayatta var olmak" anlamında "Âhiret akidesi" gelir.

Öldükten sonra ikinci bir hayat için dirilmek, aklen imkânsız değildir. Ahiretin mutlaka gerçekleşeceği Kur'an'da pek çok ayette çeşitli üslup ve örneklerle anlatılır.

وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِي الْعِظَامَ وَهِيَ رَمِيمٌ... قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ

Kendi yaratılışını unutup bize örnek getirmeye kalkışıyor ve “Şu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?” diyor. De ki: “Onları ilk başta yaratmış olan diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.” (Yasin, 78-79)


يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّنَ الْبَعْثِ فَإِنَّا خَلَقْنَاكُم مِّن تُرَابٍ ثُمَّ مِن نُّطْفَةٍ ثُمَّ مِنْ عَلَقَةٍ ثُمَّ مِن مُّضْغَةٍ مُّخَلَّقَةٍ وَغَيْرِ مُخَلَّقَةٍ لِّنُبَيِّنَ لَكُمْ وَنُقِرُّ فِي الْأَرْحَامِ مَا نَشَاء إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى ثُمَّ نُخْرِجُكُمْ طِفْلًا ثُمَّ لِتَبْلُغُوا أَشُدَّكُمْ وَمِنكُم مَّن يُتَوَفَّى وَمِنكُم مَّن يُرَدُّ إِلَى أَرْذَلِ الْعُمُرِ لِكَيْلَا يَعْلَمَ مِن بَعْدِ عِلْمٍ شَيْئًا وَتَرَى الْأَرْضَ هَامِدَةً فَإِذَا أَنزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَاء اهْتَزَّتْ وَرَبَتْ وَأَنبَتَتْ مِن كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ... ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّهُ يُحْيِي الْمَوْتَى وَأَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ... وَأَنَّ السَّاعَةَ آتِيَةٌ لَّا رَيْبَ فِيهَا وَأَنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ مَن فِي الْقُبُورِ

Ey insanlar! Öldükten sonra dirileceğinizden kuşku duyuyorsanız şunu unutmayın ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra belli belirsiz et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) açıkça gösterelim; ve biz dilediğimizin rahimlerde belirli bir vakte kadar kalmasını sağlarız, sonra sizi bebek olarak çıkarırız, ki daha sonra yetişkinlik çağınıza erişesiniz. İçinizden kimi erken vefat ettirilirken kimi de önceden bildiklerini bilmez hale gelinceye kadar ömrün en düşkün çağına eriştirilir. Öte yandan yeryüzünü kupkuru ve cansız görürsün; üzerine yağmur indirdiğimizde ise (bir de bakarsın) canlanıp kabarır ve her cinsten güzel bitkiler çıkarır. Bu böyledir, çünkü Allah hakkın ta kendisidir, O ölüleri diriltir ve O’nun her şeye gücü yeter. Kıyamet vakti şüphe yok ki gelip çatacaktır ve Allah kabirde yatanları diriltecektir. Hac, 5-7)


وَاللَّهُ الَّذِي أَرْسَلَ الرِّيَاحَ فَتُثِيرُ سَحَابًا فَسُقْنَاهُ إِلَى بَلَدٍ مَّيِّتٍ فَأَحْيَيْنَا بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا كَذَلِكَ النُّشُورُ

Allah, rüzgarları göndererek bulutları harekete geçirendir. Sonra bulutları ölü bir beldeye yönelterek onunla ölü yeryüzüne hayat veririz. İşte yeniden diriliş de böyledir. (Fatır, 9)


وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَى قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِن قَالَ بَلَى وَلَكِن لِّيَطْمَئِنَّ قَلْبِي قَالَ فَخُذْ أَرْبَعَةً مِّنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ إِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلَى كُلِّ جَبَلٍ مِّنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْتِينَكَ سَعْيًا وَاعْلَمْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

Bir zamanlar İbrahim: "Ey Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster." demişti. Allah, "İnanmıyor musun?" deyince İbrahim, "Tabii ki inanıyorum; ancak kalbimin yatışmasını istiyorum." dedi. Allah, "Kuşlardan dört tane tut, onları iyice tanı, kendine alıştır; sonra her dağın başına onlardan bir parça koy, sonra onları kendine çağır, koşarak sana gelecekler." dedi. Allah, mutlak üstün olan ve en doğru hüküm verendir. (Bakara, 260)


Kur'an'da Ahiret'in varlığına dair akıl ve mantığa hitap eden delillerin getirildiğini, insanın çevresinde sürekli cereyan eden yokluk-varlık-yokluk-varlık döngüsü üzerinde düşünmesi ve böylece ölümden sonra dirilişin imkânını idrak edip buna iman etmesinin beklendiğini görüyoruz.

Ayrıca Kur'an'da direkt söz konusu edilmese de öldükten sonra dirilişe iman etmeye bizi sevk edebilecek başka pek çok delillere de sahip bulunuyoruz.

Söz gelimi, öldükten sonra çürüyüp toprağa dönüşse bile insanın bazı genlerinin yok olmayışı ve ait olduğu insanın hayat özelliklerine dair verileri barındırması bizi ikinci bir hayatın varlığı sonucuna götürmektedir.

İnsan, anne rahmindeki hayatında el, ayak, göz, kulak, ağız, burun gibi organlara sahipti; ama bu organlar orada onun işine yaramıyordu. İnsanın oradaki hayatına bakan kimse anlar ki insana verilen bu organlar, doğumdan sonraki hayatı için verilmiştir. Aynı şekilde dünya hayatına baktığımızda da insanın sonsuz mutluluk arzusuyla; kedersiz, zahmetsiz ve sonsuza kadar yaşama isteğiyle dolu olduğunu görürüz. Oysa bu arzu ve istekler, dünya hayatında gerçekleşmesi imkânsız şeylerdir tıpkı anne rahmindeki insanın yürümesinin, konuşmasının imkânsızlığı gibi. O halde bu duyguların varlığı, onların gerçekleşeceği sonraki bir hayatın varlığına işaret etmektedir.


AHİRET İNANCININ KAZANDIRDIKLARI

Ahiret’e inanmak insanları düzgün bir hayat yaşamaya, hayatı verimli kılmaya yönlendirir.

Hayata imtihan için geldiğini, hayatın kendisine iyi ve güzel işler yapmak için emanet olarak verildiğini bilen; yaptığı iyiliklerin mükafatını almak ve kötülüklerin cezasını görmek için ölümden sonra tekrar diriltileceğine inanan bir insan, hayatını rastgele yaşamaz; geçici dünya hayatını, sonsuz Ahiret hayatını kazanabilmek için kullanır. İyiliklerin ölüm ile yok olup kötülüklerin de yanına kâr kalacağını düşünen inkârcı birinin erdemli bir hayat yaşaması ise hem çok zor hem de anlamsızdır.

Ahiret’e inanmak, insanların dünyanın geçici nimet ve imkânlarına hırsla bağlanmalarını ve kendilerini gereğinden fazla yormalarını engeller.

Dünya hayatından başka hayat olmadığına inanan bir insan bütün hazlarını bu hayatta yaşamak, bütün emellerine ulaşmak ister ve asla uzun sürmeyecek olan arzular peşinde kendisini hırpalayıp durur. Oysa ölümden sonraki sonsuz hayata inanan mü'min, bu hayatın hem süre bakımından hem hazlara erişme ve eriştiklerini devam ettirme bakımından sınırlı oluşunu idrak eder; dünya hayatının temel gayesinin de bunlar olmadığını, sıkıntısız ve sonsuz mutluluğun Ahiret hayatında yaşanacağını bilir ve kendisini sonraki hayatına hazırlar.

Ahiret’e inanmak, insanların moral gücünü artırır, psikolojisini korur.

İnsan hayatta pek çok acılara ve kederlere maruz kalır. Bazen haksızlığa uğrar, hakkını alamadan hayatının sonuna ulaşır. Hakkını alamamanın verdiği acı insanı büyük bir öfke ve kin duygusuna düşürür. Ölümden sonra kılı kırk yaran bir adaletin gerçekleşeceği, büyük mahkemede her hak sahibinin hakkını alacağı ve her haksızın bedel ödeyeceği inancı ile insan, bir nebze olsun öfke ve kin duygularının yıkıcı etkilerinden uzaklaşabilir.

Yine insan ölüm gerçeğinin meydana getirdiği yıkımlardan da ölümün bir son ve yok oluş olmayıp ölümden sonra ebedi bir hayat için dirilişin gerçekleşeceği inancıyla kendisini koruyabilir. Sevdiklerinin ölümüne şahit olan, onları kaybetmenin üzüntüsüyle yüreği yanan veya kendi ölümü düşününce dünyası başına yıkılır gibi olan insan, ölümün acısını ancak Ahiret inancıyla hafifletebilir; kaybettiği sevdiklerinden ebediyen değil, ancak geçici bir süre ayrı kaldıktan sonra sonsuz bir hayatta yine buluşacağını bilmekle teselli olabilir.

Fertleri Ahiret’e inanan bir cemiyette huzur bulunur.

Huzurlu bir toplum, kötülükten kaçınan fertlerden meydana gelir. Sadece kanun yaptırımı ile insanları kötülüklerden alıkoymak mümkün değildir. Kanunlardaki açıklardan yararlanan ya da kanun adamlarının gözlerinden kaçabilen kötü niyetli inançsız kimseler, toplumun huzur ve güvenliği için her zaman tehdit arz ederler. Ancak bir cemiyetin fertlerinin vicdanında hiç kimsenin görmediğini gören, bilmediğini bilen Allah’ın var olduğuna iman olursa; bu dünyada yapılan kötülüklerin Ahiret’te mutlaka cezasının çekileceği bilinirse toplumda kötülüklerin önü alınır ve cemiyete huzur hakim olur.


KUMAR OLMAZ, İMAN GEREKLİ

Hz. Ali'ye bir inkârcının "Öldükten sonra ikinci bir hayat yok, boşuna ibadet ediyorsun." dediği nakledilir. Hz. Ali ona şu anlamda bir sözle karşılık vermiş:
Eğer ikinci bir hayat yoksa ibadet ettiğimden dolayı büyük bir zarara girmiş olmam; fakat Ahiret varsa senin zararın çok büyük olur.
Bu, güzel bir cevaptır; Ahirete iman etmeye ve ölümden sonrası için hazırlık yapmaya insanı sevk etmesi gereken bir düşüncedir. Öyle ya ölünce toprak olup bir daha da dirilmeyecek olsak bile bu inancımızın bize kaybettireceği pek bir şey yok; namaz kıldığımız, oruç tuttuğumuz, hırsızlık yapmadığımız, ahlaksızlık etmediğimiz için çok büyük kayıplarımız olmaz. Ama eğer Müslümanların inandığı Ahiret gerçekleşirse buna inanmadığı için hiçbir hazırlık yapmamış olanların zararı küçük bir zarar mı olacaktır? Çünkü buna inanmayanların ve bu inancın gereklerini yerine getirmeyenlerin Cehennem denilen korkunç bir ateş çukurunda sonsuza kadar ceza çekecekleri, Ahiret inancının bir sonucudur. Ahirete inanamayan, inanmak istemeyen kimsenin en azından böyle bir ihtimali göz önünde bulundurması aklının gereğidir.

Bununla birlikte sırf böyle bir ihtimali hesaba katarak kişinin bazı iyilikler yapması, azıcık inanır gibi davranması; ideal bir iman olmadığı için inkârdan çok da farklı değildir. Bu, bir tür kumardır: muhtemel büyük faydayı elde etmek veya muhtemel büyük zarardan kurtulmak için küçük fedakarlıklarda bulunmak...

Kehf suresinde, servetiyle övünen ve böylece Allah'a ortak koşan iki bahçe sahibi bir kimsenin hikayesi anlatılır. Bu kişi Ahiret’e kesinkes iman etmiyor, ancak olası görüyor. Ne var ki Kur'an bu tavrı, inkâr olarak değerlendiriyor:

وَمَا أَظُنُّ السَّاعَةَ قَائِمَةً وَلَئِن رُّدِدتُّ إِلَى رَبِّي لَأَجِدَنَّ خَيْرًا مِّنْهَا مُنقَلَبًا... قَالَ لَهُ صَاحِبُهُ وَهُوَ يُحَاوِرُهُ أَكَفَرْتَ بِالَّذِي خَلَقَكَ مِن تُرَابٍ ثُمَّ مِن نُّطْفَةٍ ثُمَّ سَوَّاكَ رَجُلًا

Servetiyle övünen ve Allah'a gerektiği gibi iman etmeyen kişi dedi ki: "Kıyametin kopacağını sanmıyorum. Eğer böyle bir şey olur da Rabb'ime döndürülürsem mutlaka orada bundan (buradaki servetimden) daha hayırlısını bulurum." Tartışmaya girdiği arkadaşı da ona, "Seni topraktan, sonra bir damlacık sudan yaratan, sonra da seni insan şekline sokanı inkâr mı ediyorsun?" dedi. (Kehf, 36-37)

Ahiretteki mükafatlara kavuşabilmenin ve cezalardan korunabilmenin ön şartı, Allah'ın kutsal kitaplarındaki sözlerini tasdik etmekle birlikte Ahirete de kesinkes inanmaktır.

والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ

Onlar, (Ey Muhammed) sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara inanırlar. Ve onlar, Ahiret’e de kesin olarak inanırlar. (Bakara, 4)

Öldükten sonra dirilmeye kesin olarak inanmayan, muhtemel görüp kumar oynarcasına bir düşünceyle iyilik yapanların yaptıkları iyiliklerin Ahiret’te bir karşılığı olmayacaktır.

وَالَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا وَلِقَاء الآخِرَةِ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ هَلْ يُجْزَوْنَ إِلاَّ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

Ayetlerimizi ve Ahiret’teki buluşmayı yalanlayan kimselerin amelleri boşa gitmiştir. Onlar, başkasıyla değil, ancak kendi yaptıkları ile cezalandırılacaklardır. (A'raf, 147)


Ön yargısız ve mantıklı bir şekilde kanıtlar üzerinde düşünen insan, Ahiret'in varlığı sonucuna ulaşır. Ve eğer şimdiye kadar inanıp savunduğu düşüncenin tam tersi olan bir gerçeğe ulaşınca, eski fikrini terk edip gerçeğin ardından gidebilme cesaretini kendinde bulabilir, çevresinin baskısından korkmaz, elde ettiği geçici şeyleri hakikate bağlanmaya tercih etmezse, kendisi üstün görüp de yıllarca aşağı gördüğü insanların inançlarına katılmayı bir gurur ve kibir meselesi yapıp da önünde kendi eliyle kendisi için aşılmaz duvarlar örmezse Ahiret’e iman eder ve hemen bu imanın gereklerini yerine getirmeye koyulur.